Kırmızı Oda ve Masumlar Apartmanı Dizileri Üzerinden
“Doğduğumuz Ev Kaderimiz midir?”
Yorumlaması
Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanlarından
uyarlanan ve gerçek hayat hikayelerini konu edinen “Kırmızı Oda” ve “Masumlar
Apartmanı” dizileri son dönemin en popüler iki dizisiydi. Pandemi süresince
evde geçirdiğimiz zaman bir hayli arttığı için zaman zaman ikisini de severek
izlemeye fırsat bulabildim. Tabii sürelerinin çok uzun olması nedeniyle ya
sonrasında youtube’dan x2 hızda izledim ya da sadece özet izleyebildim.
Sosyal medyada iki diziye dair çok sayıda hem eleştiriler hem
övgüler yer alıyor. Özellikle Kırmızı Oda, gerçekte olması gereken psikiyatrik
danışmada olmaması gereken bazı özellikler barındırması nedeniyle topa
tutulmuştu işin uzmanlarınca. Elbet eleştirilecek noktaları, yanlışları vardır
ancak bana sorarsanız; konusu ve mesajı itibariyle benim şimdiye kadar gördüğüm
en kaliteli dizilerden.
Bu dizinin bence en önemli özelliklerinden başlıcası;
toplumun konuşul(a)mayan gerçeklerini, görmezden gelinen sorunlarını, kanayan
yaralarını konu edinerek farkındalık yaratmayı amaçlaması ve bunu, izleyicinin
“mağdurla empati” kurmasını sağlayarak yapması. Mağdurla empati konusu çok
önemli çünkü şimdiye kadar birçok dizide ve filmde “zalimle/suçluyla empati”
kurdurularak nice haksızlıklar, zulümler halkın gözünde “normalleştirildi”
hatta izleyicinin zalimden, suçludan yana olması sağlandı. Örneğin; ana karakter
hırsız veya katil bile olsa, izleyicilerin ana karakterin yakalanmamasını
isteyeceği şekilde kurgulandı senaryolar. Ana karakter eşini aldatsa, izleyiciler
aldatma fark edilmesin diye nefesini tuttu ekran başında. Yani senaristler,
yapımcılar tarafından böyle olması sağlandı…
Eğer bir haksızlıkta, zulümde, adaletsizlikte, hırsızlıkta,
cinayette mağdur edilen taraf ile değil de mağdur eden/zalim taraf ile empati
kurmaya çalışırsanız her türlü zulme bir “bahane” bulabilir, her mazlumu da
“suçlu” çıkarabilirsiniz. Hatta bazı “ama…” lı mazeretler üreterek mazlumun
zulmü “hak ettiği” kanısına varabilirsiniz. Böyle olunca ortada ne ilke kalır,
ne hakkaniyet ve adalet, ne de evrensel doğrular… İnsanın fıtrati vicdan
pusulasının ibresi bir hayli sapar.
Dizilere dönecek olursak, iki dizininin güzel bir ortak
noktası var: İnsanların çocukluğundan itibaren geçmişte yaşadığı olayların,
içinde büyüdüğü koşulların; onların gelecekteki kişilikleri, davranışları
üzerinde ne denli etkili olduğu konusu. Şimdiye kadar diğer dizi ve
filmlerde psikiyatristlerden çok duymuştuk “Çocukluğunuza inelim.” sözünü.
Ancak çocukluğa inmenin ne demek olduğunu ve o çocukluğun yetişkinliğe nasıl
etki ettiğini en iyi bu yapımlarda gördük ve anladık kanımca. Safiye’nin neden
temizlik hastası olduğu ve etrafındakilere karşı agresif tutumuyla, Han’ın
neden varlıklı olduğu halde çöp toplamaya çıktığıyla, İnci’nin neden Uygar gibi
biriyle ilişkisi olduğu ve Uygar’dan ayrılma kararını alırken neden bu kadar
zorlandığıyla, Mehmet’in karısı ve çocuklarına olan tutumuyla, Meliha’nın kızı
Melek’e olan baskıcı ve aynı zamanda içten içe çok korkan tavrıyla… (Bu yazıyı,
dizilerin daha ilk bölümleri yayınladığı sıralar yazmaya başladığım için örnekler
dizilerin ilk bölümlerinden.)
Farkındalıklı bir izleyiş ile, iki dizide de anlatılan her
bir hayat hikayesinden alınacak çok dersler olduğunu düşünüyorum.
Benim bu yazımda asıl değinmek istediğim konu ise
“Doğduğumuz ev kaderimiz midir?” konusu. Çünkü dizide Mehmet’in zamanında
babası ve abisinden çok şiddet gördüğü için şu anda çocuklarına şiddet
uyguladığını, Safiye’nin despot bir annesi olduğu için şimdi çevresindekilere
despotça davrandığını yani doğdukları evlerin onların kaderine dönüştüğünü
görüyoruz. Peki gerçekten doğduğumuz ev kaderimiz midir?
Anlatılan hayat hikayelerini bu bağlamda iki farklı bakış
açısıyla yorumlamak/okumak mümkün.
Birinci yorum, "Evet, doğduğun ev
kaderindir." yorumu. Yani “Annen, baban, çevren, koşulların senin kim
olacağını belirler. Çocuklar, gelecekte anne babası gibi olmaktan kaçamaz, ne
yaparsa yapsın onların sevmediği özelliklerini de kopyalar önünde sonunda. Çocukken
şiddet görmüş biri kendi çocuklarına da şiddet uygular, sevgisiz büyütülmüş
biri kimseyi doğru düzgün sevemez...” gibi.
Bence bu yorum insanın özgür iradesini, aklını, sorgulama
yeteneğini, doğruyla yanlışı ayırt edebilme yetisini kullanarak doğruyu tercih
edebilme iradesini yok saymak olur. Son derece “determinist” yani “kaderci” bir
yaklaşımdır. “Bizler doğacağımız evi, anne babamızı seçemeyiz.
Çocukluğumuzun da nasıl geçeceğini seçemeyiz dolayısıyla erişkinliğimizde nasıl
biri olduğumuzdan da biz sorumlu değiliz. Senaryosu ve oyuncuları önceden
belirlenmiş bir tiyatroda biz sadece bize verilen rolleri oynuyoruz.” O
zaman akıllara şu soru geliyor “Eğer her şeyin sorumlusu; anne babamız,
çocukluğumuzda yaşadığımız travmalarsa biz neden ahirette, yaptıklarımızla
yargılanacağız? Bu adil mi?” Elbette ki değil. Bu yaklaşım hem insanın
dünyaya gönderiliş amacı ile hem de Allah’ın adaletiyle örtüşen bir yaklaşım
değil. Ayrıca bu durumda suç nedir, suçlu kimdir sorularının cevabı kökten
değişiyor. Benim şu anki yanlışlarımın sorumlusu/suçlusu anne babamsa onların
bana olan yanlış tutumlarının sorumluları kimdi? Onların anne babaları… Peki
onların yanlışlarından kim sorumluydu? Onların da anne babaları… Bu zincirin
ucunu bulmak mümkün mü? Geri dönüşü olmayan o ilk hatayı kim yaptı?
Safiye’nin kardeşlerine adeta hayatı zindan eden
tavırlarının gösterildiği sahnelerde tam Safiye’ye öfkeyle doluyoruz, hemen
ardına Safiye’nin annesinin ona zalimane davranışlarının olduğu gençlik yılları
veriliyor. Demin Safiye’ye öfkeyle dolan biz, bu sefer acımaya başlıyoruz. “Ah
canım ya, kötü ama bak niye kötü? O da neler yaşamış neler…” diye yelkenleri
suya indirip davranışının altında yatan nedeni görüyoruz ama aynı zamanda da kötülüğüne
mazeret buluyoruz.
İkinci ve bence doğru olan yorumlama biçimi şöyle:
İnsanın geçmişinde yaşadıklarının, onu yetiştirenlerin; kişinin karakteri,
kişiliği ve bilinçaltı üzerine etkisi vardır. Ancak bunun ne düzeyde
ve ne yönde bir etki olacağı neticede kişinin kendisine bağlıdır.
Geçmiş, kişinin şimdiki yaşantısının tamamını da şekillendirebilir, bir kısmını
da. Geçmişte yaşanan kötü olaylar kişinin gelecekte kötüyü birebir örnek
almasına da sebep olabilir, kötünün yol açtıklarına şahit olduğu için kötüden
ders çıkarıp çok daha iyi bir insan olmasına da.
Kişi, kendi yaşamını şekillendirme yetkisini kendinde
görmeyip akıntıya kapılmış bir yaprak gibi kendini akışa bırakıp eylemsizliği
tercih ederse, üzerinde geçmişin ve ebeveynlerin etkisi çok yüksek düzeyde olur
ve bu etki “onları birebir kopyalama” biçiminde gerçekleşir. Fakat;
Eğer kişi, ona fıtrati olarak verilmiş doğru ile yanlışı
ayırt edebilme yetisini kullanarak etrafına farkındalıklı bir gözle bakarsa ve
olaylara eleştirel yaklaşırsa kötüyü örnek almaz hatta “Ben zalimliğin,
zorbalığın, şiddetin, kötülüğün yol açtıklarını çok iyi biliyorum o yüzden ben
öyle olmayacağım.” diye düşünebilir. Böyle düşünerek kötüyü kopyalamak yerine
kötüden ders çıkarma yoluna giden insan, geçmişi travmatik olaylarla dolu
olmayan insanlardan çok daha duyarlı, iyi bir insan olur. Erkenden edindiği bu
acı tecrübeler kişinin erkenden olgunlaşmasına, hayata karşı daha gerçekçi bir
bakışa sahip olabilmesine, tecrübeleriyle hayata erkenden atılabilmelerine
olanak sağlayabilir.
Tüm yazı boyunca anlattıklarıma, aynı evde doğup yetişen
kardeşler örnek verilebilir. Aynı anne babaya sahip olmalarına, aynı koşullarda
yetişmelerine rağmen kardeşlerin kişilikleri, karakterleri, seçimleri çok
farklı olabiliyor hatta bazen tamamen birbirine zıt oluyor. Demek ki bizi
şekillendiren unsur, doğduğumuz evden ibaret değil. Son tahlilde kararı,
kişinin kendisi veriyor.
Tony Robbins’in
“İçindeki Devi Uyandır” kitabında tam da bu konuyla ilgili, adeta konunun özeti
niteliğinde bir hikayeye yer veriliyor. Aynen alıntılıyorum:
“…Buruk ve zalimdi. Hem alkol hem uyuşturucu tutkunuydu.
Defalarca kendini öldürmeye kalkışmıştı. Şu anda, kendisini engellemeye çalışan
bir dükkân kasiyerini öldürme suçundan müebbet hapis cezasını çekiyor. On bir
ay arayla doğmuş iki oğlu var. Bunlardan biri, tıpkı babasına benzer büyümüş.
Uyuşturucu tutkunu. Çalarak ve insanları tehdit ederek yaşamını sürdürmüş,
sonunda o da cinayete teşebbüsten parmaklıklar ardını boylamış. Ama kardeşi çok
farklı. Üç çocuk büyütüyor, evliliğinden zevk alıyor ve çok da mutlu görünüyor.
Büyük bir firmanın bölge müdürü olarak, işini ilginç ve ödüllendirici buluyor.
Fiziksel açıdan sağlam. Alkol ya da uyuşturucu tiryakiliği yok. Peki, hemen
hemen aynı çevrede büyüyen bu iki genç, nasıl birbirinden bu kadar farklı
olabilmiş? İkisine de ayrı ayrı, diğerinin haberi olmaksızın "Hayatın
neden böyle oldu?" diye sorulduğunda, -şaşılacak şey- ikisi de aynı cevabı
veriyorlar. 'Böyle bir babayla büyürken başka nasıl olabilirdim ki?’ diyorlar.”
Bir başka örnek olarak peygamberlerin içlerinde yetiştikleri
ortama, ailelerine bakabiliriz. Hz. İbrahim, putların korumacılığıyla görevli (sömürü
ve zulüm çarkının işleyişine hizmet eden) bir babanın oğluydu. Ancak İbrahim
peygamber çocukluğundan itibaren, içinde yetiştiği aileye/topluma sorgulayarak
yaklaştı. “Babam böyle yapıyorsa/inanıyorsa o kesin doğrudur, ben de onun gibi
olmalıyım” demedi. En zoru, kişinin en sevdiklerinin yanlış yolda olduğunu
görebilmesi/kabullenebilmesidir. O bunu aklı, vicdanı, iradesi ve temyiz (iyiyi
kötüden ayırabilme yetisi, muhakeme yeteneği) yetisi ile sorgulayarak başardı.
Bu sorgulama ve eleştirel bakış ise onu, putların bakıcısının oğlu İbrahim iken
“Hz. İbrahim” olmaya, “İbrahim peygamber” olmaya götürdü.
Sonuç olarak;
“Hangi evde doğacağımız” kaderimizdir (seçemez,
değiştiremezdik) ancak doğduğumuz evin kaderimizi ne ölçüde ve nasıl
şekillendireceği bize bağlıdır.
Anne babamız kaderimizdir (hiçbirimiz seçmedik) ancak anne
babamızın olumlu ve olumsuz davranışlarından bizim nasıl dersler çıkarıp hangi
davranışı ne yönüyle örnek alacağımız bize bağlıdır.
Çocuklar masum ve mağdur olur ama yetişkinlerin ancak
mazereti olabilir. Bu mazereti gidermek kişinin kendi sorumluluğundadır. Yetişkinlerin
davranışları kendi seçimleridir.
Mağduriyete veya mazerete masumiyet dediğimizde, suçun/suçlunun
tanımını yeniden yapmamız gerekiyor. Olayları doğru şekilde okumayıp kavramları
doğru kullanmadığımızda doğruyla yanlış, suçluyla haklı, sapla saman birbirine
karışıyor.
Konuyla İlgili Video Önerisi:
Tülay Kök, Çocukluk zamanlarımız bu günümüzü nasıl etkiler?
https://www.youtube.com/watch?v=Vsg3FI5HU3M
Tülay Kök, Annem her şeyin sorumlusu mu?
Yorumlar
Yorum Gönder