İnsan vicdanını tertemiz bir sayfaya benzetecek olursak, her insan bembeyaz bir sayfa ile gelir dünyaya. Zaman içinde öğrenen, öğrendikçe bilgi sahibi olan, bilgisi arttıkça sorumluluk sahibi olan ve kendi iradesiyle seçimler yapmaya başlayan insan, doğru seçimler yaptığı gibi yanlış seçimler de yapmaya başlar. Yapılan her yanlış seçim, atılan her yanlış adım, hata, işlenen suç insanın sayfasına siyah bir leke bırakır. Başlarda henüz sayfa temizken bu lekeler kolaylıkla fark edilir ve çok rahatsızlık vericidir. Temizlemek için kişiyi derhal harekete geçirir. (Aynen şunun gibi; daha yeni dip köşe silip süpürdüğünüz evde yere düşen ufacık bir kırıntı çok rahatsızlık vericidir ve hemen temizlenir, aile üyelerinden kimsenin elinde bir şeyler yiyerek ortalıkta gezmesine tahammül edilmez, izin verilmez. Bir ay temizlik yapılmamış pislik içinde kalmış bir evde ise kırıntı hak getire, yumak yumak tozlar bile göze görünmez :) )
Yapılan yanlışın telafi edilmesi, düzeltilmesi, gerekiyorsa
özür dilenmesi ve duyulan pişmanlık nedeniyle tövbe edilmesi o lekeyi kişinin sayfasından
temizler.
Kişi sayfasını temiz tuttuğu sürece duyarlılığını korur. Eğer kişi sayfasındaki bu lekeleri başta
önemsemez ve temizlemek için gayret göstermezse zaman içinde sayfası o ilk
temizliğini ve beyazlığını yitirir, kararmaya başlar. Lekelerle dolu bir
sayfaya yeni düşen lekeler ise kişide büyük bir rahatsızlık oluşturmaz hatta
belki fark edilmez bile. Fark edilmeyen ve rahatsızlık vermeyen lekeyi
temizlenmek için de çaba gösterilmez. Dolayısıyla bir kısır döngüye girilmiş
olur.
Eğer insan bu kısır döngüyü bir noktada kırmaz ise işte o
zaman işler iyice sarpa sarar ve sayfa neredeyse üzerinde beyaz yer kalmayacak
kadar kirlenir. Sayfanın bu seviyeye gelmesi en tehlikeli noktadır çünkü
simsiyah bir sayfada artık beyazlıklar dikkat çekici ve rahatsızlık verici hale
gelmiştir. Kişi artık doğrudan, iyiden, vicdani/fıtrati olandan rahatsızlık
duymaya başlar ve hatta bunları sayfasından temizlemek için çaba gösterir.
Mutaffifin Suresi 14. ayette bu durum “kalbin pas tutması” şeklinde ifade edilmiştir: “…Onların kalpleri, yaptıkları kötülükler yüzünden pas tutmuştur.”
Allah resulüne (as) atfedilen şu rivayetler de, konumuza
ışık tutmaktadır:
“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta
vurulur. Şayet o günahı terk edip istiğfâra sarılarak tövbeye yönelirse kalbi
cilalanır. Böyle yapmaz da tekrar günahlara dönerse, siyah noktalar artırılır
ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ’nın Mutaffifin/14’te
zikrettiği durum budur.”[1]
“Bir defasında peygamberimiz ‘Kalpler, demirin paslandığı
gibi paslanır.’ buyurmuştu. Sahabe ‘Onun cilası nedir ey Allah’ın Resulü?’
diye sordu. Allah Resulü ‘Allah’ın kitabını okumak ve onu hatırında tutup
ihlaslı (Allah’ın rızasını gözeterek) davranmaktır.’ cevabını verdi.”[2]
Beyaz sayfa üzerindeki siyah lekeler metaforu, bireysel
vicdani kararmayı temsil eder. Kötünün çoğaldıkça meşrulaşması aynı zamanda toplumsal
bir meseledir. Bu durumun toplum bazındaki karşılığı ise “Kırık Cam Teorisi”
olarak bilinir. Bu teori Amerika’lı suç psikoloğu olan Philip Zimbardo'nun 1969
yılında yapmış olduğu bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiştir ve şöyle
der: “Bir binanın çoğu camı kırıksa insanlar diğer camlarını kırmaktan
çekinmezler ve bunu da suç olarak görmezler.”

Bu deneyde Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, fakir Bronx
ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model
otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Sonuçta
Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir
hafta boyunca kimse dokunmadı.
Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi sağ kalan otomobilin
yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki
çevredeki varlıklı insanlar da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra otomobil
kullanılmaz hale gelmişti. “Demek ki” diyordu Zimbardo, “İlk camın kırılmasına
ya da çevreyi kirleten ilk çöpe, ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi
halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.”
Günlük hayatta kırık cam teorisinin örneklerine sıkça
rastlarız. Örneğin;
* Bir köşe başına eğer bir poşet çöp bırakıldıysa artık o köşe halkın gözünde çöplüktür. Bir süre sonra orada bir çöp tepeciğinin oluştuğunu görürsünüz -kimi zaman “buraya çöp atmak yasaktır” tabelasına rağmen-


* Sahil kenarında ya da ormanlıkta bir bankın önü çekirdek
kabuğu dolu ise orada sonraki oturacak kişiler de
çekirdek kabuklarını yere atmaktan çekinmezler, oysa tertemiz bir alana çöp
atarken insanlar o kadar da rahat olamazlar.
* Argonun, küfrün yaygın olduğu, bedensel özelliklerle rahatça
alay edilebilen, kültür ve medeniyet seviyesi düşük bir topluma giren insan
-eğer doğruluktan yana ilkeleri yoksa - ağzı bozuk bir şekilde konuşarak onlara
ayak uydurur. Nezaket, kibarlık ve medeniyetin yaygın olduğu ve konuşmalarında
asla argo jargon kullanmayan bir toplumda ise aynı kişi ağzı bozuk bir şekilde
konuşamayacaktır.
* Sigara içmeyi kendine yakıştırmayan ve içmeyi düşünmeyen
birinin “Bir kereden bir şey olmaz” bahanesiyle denemesi, ilk camı kırmaktır.
İlk cam kırıldıktan sonra diğer camlar daha kolay ve hızla kırılacaktır.
* Yalandan hazzetmediği halde kendi yalanlarını renk
kategorilerine ayırarak kendince görece masumlarına(!) “pembe yalan” demek,
yalanı meşru bir zemine oturtmanın ilk adımıdır. Pembe yalanlar söylemekte mahsur
görmeyen kişi zamanla diğer renk(?) yalanları da söylemekten çekinmeyecektir.
* Peygamber (as)’e atfedilen, “İşçinin ücretini alnının teri
kurumadan veriniz.” rivayeti, İslam’da
hakka riayete, emeğe ve emekçiye verilen değeri ifade etmiştir. Bu sözü ilke
edinen ve insan haklarına, adalete, emeğe değer veren bir toplumda çalışanların
maaşlarının birkaç gün geç ödenmesi bile çalışanlar tarafından büyük tepki
toplar. Gelecek tepkiler dolayısıyla da bu tür haksızlıklara çok fazla cesaret
edilemez. Sömürü düzeninin hâkim olduğu, insana değer vermeyen ve insanların
haksızlıklara büyük tepkiler vermediği toplumlarda ise maaşlarının sallantıya
girmesi hatta aylarca ödenmemesi, patronun emek hırsızlığı yapması kanıksanmış
bir hale gelir. Haksızlık, adaletsizlik, çalmak ve sömürmek meşru ve olağan
karşılanır ve çalan daha çok çalmaya, zulmeden daha çok etmeye devam eder.
Türlü benzetmelerle anlatıldığı üzere, telafi edilmeyen ve
pişmanlık duyulmayıp dönülmeyen ilk yanlış; ilk camı kırmaktır, sayfaya düşen
ilk lekedir, arabaya vurulan ilk çekiç darbesidir… Yanlışta ısrarcı olmak ise
tamamen kararmış bir sayfaya giden süreci başlatmaktır. Elbette ki insan hata
yapar. Kimse hatasız, kusursuz, dört dörtlük değildir. Ancak aslolan, insanın
yanlışından sonra ne yaptığıdır. Sayfamız henüz çok kirlenmeden temizleme
işlemine girişmek, binanın daha ilk camları kırılmışken sağlamını taktırmak
bizi içinden çıkılamaz bataklıklara düşmekten korur. Şarkıda da dediği gibi
“Hatasız kul olmaz.” ama devamında bir değişiklik yapmak gerek, “Hatamdan
dönmeme yardım ederek sev beni.” :)
Yorumlar
Yorum Gönder