Fil Dişi Kulelerinde Müslümanlık – Tasavvuf Ve Ruhbanlık

Din nedir? Ya da İslam nedir? Müslüman olmak nedir, gerekleri nelerdir? En çok namaz kılan, en çok zikir çeken, sarık takıp şalvar giyen, tüm mal varlığıyla defalarca umreye giden mi “en Müslüman” dır? Son sorumun doğru cevabı “evet” olsaydı şu an Arap ülkelerinin, İslam coğrafyasının; en medeni, en gelişmiş, en nezih ve refah seviyesi en yüksek coğrafya olarak anılması, insanların oralarda yaşamak için can atacağı ülkeler olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi, çünkü vaatlerini yerine getireceğinden hiç şüphemiz olmayan yüce Allah, İslam’ın gerektiği biçimde yaşanması durumunda bu dinin insanlara barış, refah, huzur, mutluluk getireceğini; güven ortamı oluşturacağını vaat etmiştir.

“Allah, rızasını gözetenleri bu kitap (Kur'an) sayesinde selamet/kurtuluş yollarına iletir. Onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve doğru yola ulaştırır.”  5-Maide/16

“Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, kulu Muhammed'e açık seçik ayetler indiren O'dur…”  57-Hadid/9

“Allah iman edip, dürüst ve faydalı işler yapanlara, tıpkı kendilerinden önce, gelip geçen bazı toplumları, yeryüzüne egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzüne mutlaka egemen kılacağına ve onlar için hoş görüp razı olduğu dini, sağlam temellere oturtup, yerleştireceğine ve korkularının ardından onları, mutlaka güvenli bir duruma kavuşturacağına dair söz vermiştir…”  24-Nur/55

Allah'ın, müminlere dünyada ve ahirette olan vaatleri kesin ve gerçektir:

“…Allah'ın her konuda verdiği söz gerçek olup, mutlaka yerine gelecektir…”  30-Rum/60, 40-Mümin/77, 35-Fatır/5, 10-Yunus/55

İslam’ın özü hak, adalet ve ahlaktır. İslam’ın hedefi, kişilerin ve toplumların daha adaletli, daha ahlaklı, huzurlu, güven içinde olmasını sağlamaktır. Kısacası “medeniyet” tir. Allah’ın tanımladığı bu hedefe şekilcilikle, ritüellerle ulaşılabilseydi buna ilk ulaşacak toplumlar, Müslüman toplumlar olurlardı. Onlar, en medeni toplumlar olarak bilinirlerdi. Yukarıda saydıklarımın aksine ne yazık ki Müslümanların çoğunlukta bulunduğu coğrafyalar şu anda genel olarak insanların kendini güvende hissetmediği, hak ve adaletin gerçek manada vuku bulmadığı, barış ve huzur ortamının sağlanamadığı, imkânı olanın kaçıp uzaklaşmak istediği yerlerdir.

“ ‘Din’ kelimesinin Kur’an’da 103 yerde ve dört esas manada kullanıldığını görüyoruz. Bunu kolayca anlamamız için Arapça’da alt-üst, arka-ön şeklinde dört yönü de ifade için kullanılan ve aynı kökten gelen ‘dŭne’ sözcüğü bir fikir verebilir. Buradan anlıyoruz ki ‘din’ insanoğlu için dört boyutlu bir ilişkiler ağının tümünü birden ifade ediyor; geriye doğru (adet, töre), ileriye doğru (yol, yordam), yukarıya doğru (itaat, bağlılık), aşağıya doğru (hüküm, kural, ceza, mükâfat)…

Bunların hepsini birden topladığı için yani ‘tedvin’ ettiği için bir tek kelimeyle durumu ‘din’ diye ifade ediyoruz. Demek ki din kavramının, Kur’an’da kullanım yerlerine göre kiminde adet, kiminde yol, kiminde itaat ve bağlılık, kiminde de hüküm, kural, yargı, ceza ve mükâfat anlamında kullanılması bu nedenledir.

Bu durumda;
Söz konusu dört boyutlu anlamlar, değerler ve kurallar bütünü ‘din’,
Bunun bir coğrafi mekânda ete kemiğe bürünüşü ‘medine’,
Bu bürünüşün mensupları ‘medenî’,
Mensuplarınca ortaya konan maddi ve manevi tüm inşa ve imar faaliyeti de ‘medeniyet’ oluyor.”1

O halde “medeni” olarak anılamayan günümüz İslam ülkelerinde, ya din/İslam denilince anlaşılan şeyde sorun vardır ya uygulamada sorun vardır ya da büyük olasılıkla sorun her ikisindedir.


Esasında sorun;

* Din denince akla gelenin; namaz, oruç, hac gibi ibadetlerden, giyim kuşamdan, ritüellerden öteye geçememesindedir. Oysa din A’dan Z’ye hayatın her alanını kapsar. Din yaşamda atılan her adımı, verilen her kararı etkiler/etkilemelidir. “Bana Dinden Bahset” adlı kitabın arka kapağında yazan şu hikâye çok anlamlıdır ve konuyu kısaca özetler:

“Bilge kişi ölmeden hemen önce halkını geniş bir meydanda toplar. Gerçekleri son bir kez hepsinin huzurunda dile getirir. Halkla arasında nefis bir diyalog kurulur.
Halktan biri öne çıkarak bize der, sevgiden söz et. Bilge anlatır, anlatır, anlatır. Bir diğeri bize aşktan, evlilikten söz et der, anlatır. Bunu alışveriş hakkında ne dersin? diyen biri izler, anlatır.
Çocuklardan bahset derler, anlatır. Eğitimden bahset derler, anlatır. Çiftçilikten bahset derler, anlatır.
Alın terinden, emekten ve adaletten bahset derler, anlatır. Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Bilge hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır.
Konuşmasının sonuna doğru birisi ‘Bana dinden bahset’ deyince bilge şöyle cevap verir:
-Bahsettim ya, dinlemedin mi?”2


Esasında sorun;

* İbadet ve uygulamaların amaç ve özünün sindirilmemesindedir. Sorun, “Allah neden bunu yapmamızı istiyor?” diye düşünmeyip amaca uygun hareket etmeyerek ibadet ve uygulamaları “sırf yapmış olmak için yapmak” tadır. İbadetlerin “belli aralıklarla yerine getirilmesi gereken ritüellerden” ibaret görülmesindedir.

Ne demek istediğimi, Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’a gelen ve “Türklerde dini hayat” üzerine gözlemlerini aktaran yabancı bir gözlemcinin söylediklerini okuyunca daha iyi anlayacaksınız:

“Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce manasıyla çok din aranmamalıdır. Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi yerine getirilir. Eskiden beri alışılmış bir âdet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun namaz kılınır. Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır. O sırada müezzin ezan okumaya başlar. Hikâye anlatan hikâyeyi keser, namazını kılar, sonra hikayesine kaldığı yerden devam eder… Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra namaz kılar, sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder… Bir paşa vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez, hiç kimse bundan arlanmaz, herkes kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur…”3

“Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.”4

Bir başka örneği de oruç üzerinden vereyim. Allah’ın oruç tutma emrinin birçok amacı, insanlara bedenen ve ahlaken birçok katkısı bulunmaktadır. Orucun özünü ve amacını anlamayan, “Neden?” ini düşünmeyenler, orucu sadece “sahurla iftar arası aç kalmak” olarak algılarlar ve zaten onların orucu da aç kalmaktan ibarettir. Bu kişilerden Ramazan ayında sık sık şu cümleleri duyarız: “Ne güzel bugün hiç acıkmadım.” “Sahurda şunları yersen acıkmazsın, şu yiyecekler tok tutar.” Orucun, acıkmanın aklına gelmediği bir ramazan gününü kar sayarlar ve sonuçta, ibadet amacından koparılarak içi boşaltılmış olur.

“Kim yalan söylemeyi, cahilliği ve cahillikle amel etmeyi (günah işlemeyi) terk etmezse, Allah’ın onun yemesini, içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.”5

Peygamberimizden (a.s) nakledilen bu hadisteki maksat; yalan söyleyenin, günah işlemeye devam edenlerin oruç tutmayı bırakmasını emretmek değildir. Orucun bu kötü alışkanlıkları da terk etmeyi teşvik etmesi, oruçla beraber genel anlamda bir düzelme sağlanması gerektiğindendir.

Aynı durum namaz konusu için de geçerlidir. Namazı dosdoğru kılmanın gereğine dikkat çekildiği gibi, namaz kılanların günahlardan uzak kalması gerektiği, namazın insanı kötülüklerden alıkoyması gerektiği de Kur’an’da ifade edilmiştir.

“Kitaptan sana vahyedileni oku ve insanlara ulaştır. Namazında dikkatli ve devamlı ol, çünkü namaz insanı çirkin işlerden, vahiy ve ona teslim olan akla aykırı her türlü şeyden alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah ne işlerseniz hepsini bilir.”  29-Ankebut/45


Esasında sorun;

* Dinin “ahlak” boyutunun göz ardı edilmesidir. Ahlak kavramının içinin boşaltılması ve çok dar bir kapsama alınmasıdır.

“Ahlak Arapça ‘hulk’ sözcüğünün çoğuludur. Hulk ise; huy, adet, alışkanlık, yaradılış, insanın ruhsal-zihinsel halleri anlamındadır. Öyleyse ahlak, kişinin huylarını ya da bir topluluğun alışkanlık ve adetlerini anlatır. İnsanın iyi ve kötü olarak nitelenen davranışı ve eylemleri ahlak kapsamı içindedir .”6
 
“Kişi her iş ve davranışında Allah’ın kendisini gördüğüne lafta değil yürekten inanmıyorsa; dolaylı ya da açık yalan söylemesi, insanların haklarını çiğnemesi, sahip olduklarını insanlık dışı amaçlar için kullanması… yani özetle insanca değil şeytanca davranması; ahlaksızca davranması ve ‘ahlaksızlığa’ ortam hazırlaması çok kolay olur.”7


Esasında sorun;

* İslam dini Allah dışında hiçbir dini otoriteyi, haram helal belirleyiciyi, hüküm koyucuyu kabul etmezken; Müslümanların kendilerince türlü çeşitli otoriteler edinmelerindedir. Sorgulanamayan, eleştirilemeyen, ne deseler “doğru” kabul edilen, kendilerinde haram helal koyma yetkisi gören bir “ruhban sınıfı” oluşturulmasındadır. Oysa İslam dininde ne kast sistemine yer vardır ne de ruhban sınıfı diye adlandırılan ayrıcalıklı bir sınıfa yer vardır. Bu bir ilkedir ve bu ilke Kur’an’da birçok yerde defalarca tekrarlanmaktadır. Zaten ruhbanlık, İslam’ın temel ilke ve öğretilerine başlı başına terstir.

“De ki: ‘Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin: Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz.’ Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: Şahit olun ki biz kendimizi O’na teslim etmişiz!”  3-Ali İmran/64

“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.”  12-Yusuf/40

“Toplumsal otoritelerini (hahamlarını) ve dini otoritelerini (rahiplerini), bir de Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı; peygamberleri), Allah’la beraber rab olarak gördüler; oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmekle emrolunmuş değillerdi; ondan başka ilah yoktur, sınırsız kudret ve izzetiyle, (böylelerinin) Onun tanrılığında bir pay yakıştırdıkları her şeyden bütünüyle uzaktır, yücedir!”  9-Tevbe/31

“İslâm’da Allah ile kul arasına herhangi bir vasıtanın sokulmaması ve bir ruhbanlık sınıfının bulunmayışı İslâm’ı Hıristiyan misyonerliğinden tamamen farklı kılmıştır. Hristiyan dünyada misyonerlik tarihinin başlangıcı kilise teşkilâtının kuruluş dönemine kadar gider. Misyonerlik faaliyetleri kilisenin temel görevleri arasında yer almış, bu maksatla düzenli ve sürekli kurumlar ihdas edilmiş, özel olarak bu iş için görevlendirilmek üzere misyoner din adamları yetiştirilmiştir. Buna karşılık İslâm’da Allah ile kul arasında aracı bir sınıf veya teşkilâtın bulunmayışı İslâm dünyasında bir misyonerlik müessesesinin doğmasını önlemiş ve davetin ferdî bir görev olarak yürütülmesine yol açmış, bu şekilde İslâm daveti, Hıristiyan misyonerlik kurumunun aksine, müstemlekecilik ve sömürü gibi siyasî ve ekonomik art niyetler taşıyan organize bir hareket olmaktan uzak kalmıştır.”8

“Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, toplumsal otoritelerin ve dini otoritelerin birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı müjdele.”  9-Tevbe/34

“Başlangıçta beşerî isteklerden ve dünya hayatından el çekme şeklinde tezahür eden ruhbanlık, daha sonra din adına söz söyleme yetkisine sahip bulunan rahipler zümresinde yoğunlaşmış, Hıristiyanlık’ta önemli bir konumu bulunan kilise otoritesiyle de belli bir hiyerarşi içinde müesseseleşmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de ruhbanlığın aslında Hıristiyanlık’ta bulunmayıp sonradan ortaya çıkarıldığı belirtilmiş, Allah’ın rızasını kazanmak için bazı Hıristiyanlarca başlatılan bu hareketin gereğinin tam anlamıyla yerine getirilmediği ifade edilmiştir (Hadîd 57/27). Ayrıca ruhbanlarca istismar edilen dinî otoritenin Hıristiyan toplumu üzerindeki olumsuz etkilerine işaret edilerek Yahudiler gibi Hıristiyanların da zamanla rahiplerini ve İsa’yı kutsallaştırdıkları haber verilmiştir (Tevbe 9/31).

Konuyla ilgili ayetlerin bütünü incelendiği takdirde rahiplerin Allah’tan gelen ayetleri gizleyerek kendi sözlerini öne çıkarmalarının, Hıristiyanların da Allah’ın emirlerinden çok onlara uymalarının tenkit edildiği görülür. Yani eleştiri konusu edilen husus, rahiplerin konumlarının beşer seviyesinin üstüne çıkarılması ve onların da kendilerine verilmeyen yetkileri din adına kullanmış olmalarıdır.9 Nitekim Yahudi ve Hıristiyan din adamları insanların mallarını haksız yere yedikleri gibi onları Allah yolundan da alıkoymuşlar (Tevbe 9/34)”10

Yukarıda da belirtildiği gibi ruhbanlığı, Hıristiyanlar Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle sonradan ortaya çıkarmışlardır. Aslında ruhbanlık kurumu Allah’ın doğrudan bir emri değildir. Fakat bu kuruma daha sonraları kendileri ihanet etmişler, bu kurumu bozmuşlar ve istismar vasıtası haline getirmişlerdir. Böylece, kendilerinin icadı olan ve hayırlı olduklarına inanarak kurdukları ruhbanlığı bozmaları nedeniyle Allah’ın öfkesini çekmişlerdir.

“…Bir bidat olarak türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah'ın rızasını aramak için türettiler ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık (yoldan çıkmış) olanlardır.”  57-Hadid/27

“Ey mahpus arkadaşlarım! Hangisi daha iyidir: birbirinden ayrı pek çok rabbe mi, yoksa bütün varlıklara egemen bir tek Allah (a inanmak) mı?”  12-Yusuf/39



TASAVVUF ve TASAVVUF AHLAKI

Tasavvuf en genel tanımıyla, kendine özgü ibadet biçimleriyle dünya kirlerinden arınma ve yaratıcının bilgisiyle veya yaratıcının varlığıyla bütünleşme çabalarının adıdır. İslam dünyasında zühd hayatı şeklinde belirginleşip kurumlaşmaya başlayan tasavvuf, aslında Kur’an’ın dengeli mesajından sapma ve saptırmadır. Bunu görebilmek için önce İslam’ın dengeli yapısını anlayabilmek gerekir.  

Allah inananlara; hayatın her alanında ölçülü ve dengeli olmayı, orta yolu tutturmayı, aşırılıklardan kaçınmayı öğütler.

* Harcamada dengeli olun der: “Harcarken, ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında bir yol tutarlar.” 25-Furkan/67

* Sevgide ve ayrılıklarda dengeli olun der: “Bir kimseyi günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğzettiğine de günün birinde dost olabileceğini düşünerek buğzet.” [Tirmizi]

* Yürüyüşte ve konuşmada dengeli olun der: “Yeryüzünde kibirlenerek ya da miskince değil de ağırbaşlılıkla yürümeye bak, orta bir yol tut. Sesini de fazla yükseltme, zarif ve nazik bir şekilde konuş.” 31-Lokman/19

Vasat, ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak demektir. İslamiyet vasat bir dindir. Kur’an’da buyruluyor ki:

“Sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için vasat (tam ortada) bir ümmet kıldık.” 2-Bakara/143

Vasat olan bu ümmet; ölçü ve değerlerini, anlayış ve düşüncelerini başka milletlerden ve ideolojilerden alan veya başkasını taklit eden bir ümmet değildir. Onun için tek doğru yol sırat-ı müstakim olan Kur’an’ın yoludur. Ahlakları ise Kur’an ahlakıdır.

Rabbimiz insandaki maddi ve manevi eğilimleri dengede tutmak için ölçüler ve açık hükümler getirmiştir. Her şeyden önce heva ve hevesle hareket edilmemesini istemiştir. Kur’an’ın hükümleri dururken, insanların heva ve hevesleriyle hareket etmesi şiddetle kınanmıştır.

“Heva ve hevesini kendine ilah edineni gördün mü?” 25-Furkan/43

Hz. Peygamberin uygulamalarında da bunun örneklerini açıkça görüyoruz. Onun ibadetleri karşısında kendi ibadetlerini azımsayarak sürekli namaz kılmayı, her gün oruç tutmayı ve evlenmemeyi kararlaştıran üç kişinin bu durumu kendisine ulaşınca, onlara bu işi yasakladığını ve sünnetinden sapanların kendisiyle ilişkisinin kesilmiş olacağını söylemiştir. Yine oruç için güneşte durmayı adamış birini gördüğünde durumunu yadırgamış ve bu işi bırakmasını emretmiştir.11

Maide Suresi 87 ve 88. ayette Müslümanlar, Allah’ın helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendilerine haram kılmamaları ve bu şekilde haddi aşmamaları hususunda uyarılmıştır. Bu konuda zikredilen bir rivayete göre Hz. Peygamber bazı Müslümanların ruhban hayatı yaşamaya başlaması üzerine şöyle buyurmuştur: “Hem oruç tutun hem yiyin, hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem oruç tutuyorum hem iftar ediyorum, hem ibadet ediyorum hem uyuyorum; ben et yiyorum ve kadınlarla evleniyorum; benim sünnetimden uzaklaşan benden değildir.”12

İslam’ın dengeli ve vasat yapısı içinde ahireti birinci planda tutan ve dünya hayatının geçiciliğini belirten, bunun gereği olarak bu dünyada ahiret için hazırlık yapmayı öğütleyen ve dünyayı ahiret için ekin tarlası gören öğretiler; insanların dünyayı ebedi hayat yurdu olarak görmemeleri, maddeciliğe kaymamaları ve ortaya çıkan sapmalarda olduğu gibi sapmalara düşmemeleri içindir.

İslam dengeli yapıyı ve vasatlığı korumak için dikkatleri dünya hayatının geçiciliğine çektiği gibi, ferdi ve toplumsal hayatta İslam’ı hâkim kılmak için dünyada çok çalışmanın gerekliliğine de dikkatleri çekmiştir. İslam’ın bu dengeli yapısını, dünya hayatına aldırış etmeme ve yukarıdaki örneklerde olduğu gibi dünyadan el etek çekme tavrını zühd diye nitelemek, hele tarih boyunca İslam kültürüne katılan yabancı inanç ve kültürlerle çığ gibi büyüyen bu eğilimi tasavvuf diye İslami bir disiplin olarak göstermek doğru değildir.

Tasavvufun ahlak daveti sadece selbi (negatif) bir davettir. Çünkü Mani dininin “zühd” anlayışına (dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya nimetlerine sırt çevirmek)  dayalı bir davettir.

Hayır olduğu iddiasına rağmen ve taşıdığı inanç bir yana bırakılsa bile, hayatı hayır, hak ve adaletle idare etmek isteyen, emniyet ve selamet içinde aleme liderliğe soyunan bir ümmetin ahlakı olmaya elverişli değildir.

* İnançlı ve yüce değerlerini gerçekleştirmek için Allah'ın mübah kıldığı ve yeri geldi­ğince emrettiği her şeyi kullanmak mecburiyetinde olan girişken ve cesur atılımı gerçekleştirmeye mecbur olan bir ümmetin ahlakı olmaya layık ola­maz.

* Okumamayı, cehaleti, çalışmamayı ve geçimini sağlamamayı kendisi­ne ilke yapan, bir lokma bir hırka anlayışını düstur edinip karanlık hücre­lerde çile doldurmayı cihad sayan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmayı din olarak belleyeceği ve gereğini yapacağı yerde, şeyhlerinin em­ri ile oturup kalkan ve dediklerini yerine getirmeyi din olarak belleyen zih­niyetin toplumda egemen olması sonucu ümmetin içine düştüğü maddi ve manevi, ahlaki ve insani bataklıktan kurtulmak isteyen insanlar için tasav­vuf ahlakı, ahlak olamaz.

* İnsanın içinde karşı konulmaz ve sırtı yere gelmez bir nefis düşmanı yerleştirerek hayatı ondan başkasını görmeyen, bütün mesaisini ve enerjisini onu alt etmek için sarf eden, ama bir türlü bu fobisinden kurtulamayan bir ahlak, İslam ahlakı olamaz.

* Dünyayı Allah düşmanları­nın cirit attığı ve sadece kafirlerin cenneti sayan, Müslümanlara da bir lok­ma bir hırka, pasif bir tevekkül, mağara ve dehlizlerde bir çile hayatını öğütleyen bir ahlak, İslam'ın ahlakı olamaz.

* Allah'ın direktifleri ve Rasulullah'ın öğretileri ile insanların oturup kalkmalarını öğütleyeceği, onlara göre hayatlarını düzenlemelerini isteyeceği yerde; ölülerle oturup kalkmayı, ruh­lar aleminde dolaşmayı, oturduğu yerden keramet ve keşiflerle dünyayı ida­re etmeyi, cinler ve şeytanlarla dost olmayı, zevkleri için her türlü uygun­suzluğu meşru görmeyi öğütleyen bir ahlak İslam ahlakı olamaz.
  
* Hristiyan ve Yahudilerin Allah'ın vahyini değiştirdikleri gibi Allah'ın dinini her türlü batini ve şirk anlayışlarla oyuncağa çeviren, tahrif ve tebdil edecek anlayış­lara kapıyı ardına kadar açan felsefelere bağrını açan bir ahlak, İslam ahla­kı olamaz.

* Olsa olsa tasavvuf ahlakı; mağaralarda ve dehlizlerde, dağlarda ve çöl­lerde, ölü bir his ve donuk bir şuur ile yaşayan insanların ahlakı olabilir. Birbirleriyle bağları kesilen, gerçekler dünyasına ayakları basmayan ve gece gündüz sadece kendini düşünüp bir türlü başkasını görmeyen dervişlerin ahlakı olabilir. Gizli, dar ve öldürücü bencillikle dolup taşan, dünyayı sadece kendisi için gören ve her şeyin sade­ce kendisine olması için çalışan bencil insanların ahlakı olabilir.

Bu ahlak, hayattan duyduğu korkularla tüyleri ürperen ve toplumdan kaçmakla ancak bu korkudan kurtulabileceğine inanan bir ruh halidir. Bu ahlak, insan vücudunun arkasında son derece uyuşuk ve pısırık bir hayat süren, insan vücudunu pasifize eden bir haldir. Bu ahlak, yapısı ve değer yargılarıyla, karakteri ve ayakta tutan temelleriyle canlı, dinamik ve enerji dolu bir hayat için değil, olsa olsa ölü yokluk için yaşayan bir topluluk için elverişli olabilir. Her insanın hem kendisi hem başkaları için çalıştığı, baş­kalarını kendine tercih etmeyi seçkin bir karakteri ve Allah'ın rızasını ka­zanmayı hayatın ekseni, hedefi ve gayesi yapan kişilerin bulunduğu toplum için değil; karamsar, kötümser, sönük, can çekişen insanların ahlakı olabi­lir.

Tasavvufun ahlakçılığı hayattan korkakça kaçış ve zilletle teslimiyet ah­lakçılığıdır. Öldürücü ve uyuşturucu yalnızlık çöllerinde berduş ve çılgın ya­şayan insanların ahlakçılığıdır. Hayatın ilerlemesi yolunda sürekli çabala­yan insanlığın güçlerim öldüren zalim anlayışın ahlakçılığıdır. Kendisi için yaptığını Allah için yapması ve toplumu da Allah için yükseltmesi amacıyla insana verilen kuvvetleri ve ni­metleri ve haksızca reddeden zalim insanların ahlakçılığıdır.13



AKTİF İYİ - PASİF İYİ

Tasavvuf ve ruhbanlık üzerine yazı yazıp da aktif iyi – pasif iyi kavramlarından bahsetmemek olmaz. Sebebi ise tasavvuf öğretisinin pasifizm üzerine kurulmuş olasıdır. Toplumdan soyutlanarak kendi kabuğuna çekilmeyi, suya sabuna dokunmayarak tüm vaktini ibadetle geçirmeyi öğütleyen bu öğretide; aktifliğe, canlılığa, hayatın akışında var olarak daha iyi/daha güzel yarınlar için mücadele etmeye yer yoktur.

Peki sorarım sizlere, “Sen ey yatan kişi, kalk ve uyar!” (74/1,2) emrinin ilk muhatabı olan peygamberimize önceleri “el-emin (güvenilir)” denilirken, övülürken; sonraları neden “el-mecnun (deli)” denildi, sövüldü, dövüldü hatta canına kast edildi? Çünkü bu ilahi emrin açılımı şudur: Kalk ve kaldır! Aktif ol ve aktifleştir. Harekete geç ve harekete geçir. Yani pasif iyi olmaktan (yatmaktan) çıkıp aktif iyi ol (kalk ve uyar), kendi kabuğuna çekilme, toplumun içine karış ve üzerine düşen sorumluluğu yerine getir. Nitekim risaletten önce de toplum nazarında “iyi” olarak bilinen ancak pasif iyi olması nedeniyle pek kimseyi rahatsız etmeyen peygamberimiz, risaletten sonra tam bir “aktif iyi” olma mücadelesi vermiştir ve esas o zaman dokunulmazlarına dokunulanlar tarafından öldüresiye bir nefreti üzerine çekmiştir.

İyiliğin pasif olduğu yerde, kötülük kendiliğinden aktif hale gelir. Kötülük karanlık gibidir. Bir varlık hali değil, aydınlığın, iyiliğin yokluğu halidir. Pasif iyilik ise gerçek iyilik hali değildir, yatan iyi olmak yetmez. Her pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir. İşte bu yüzdendir ki ilk inen ayetlerdendir aktif iyi olma emri veren “Kalk ve uyar!” ayeti.



HANGİNİZ MUHAMMED?

“Peygamberimiz ile birlikte oturduğumuz sırada biri gelip ‘Hanginiz Muhammed`dir?’ diye sordu. Allah’ın Resulü ashabı arasında dayanmış oturuyordu. ‘İşte dayanmış olan şu beyaz kimsedir.’ dedik.”14

“Peygamberimiz bir gün sahabelere verdiği bir ziyafet sırasında, onlara hizmet ederken, uzaklardan geldiği anlaşılan bir atlı, peygamberimizin meclisine yaklaşıp: ‘Bu kavmin efendisi kimdir?’ diye sordu. ‘Bu kavmin efendisini arıyorum’ dedi. Allah’ın Resulü ‘Benim’ demedi. O sırada sahabelerine su dağıtmakta olduğundan, atlıya şöyle cevap verdi: ‘Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir!”15

“Beni Amir heyetiyle Allah’ın Resulünün yanına gitmiştik. ‘Sen bizim efendimizsin!’ diye hitap ettik. ‘Efendi, Allah`tır!’ buyurdular. Biz: ‘Fazilette en ileride olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!’ dedik. Bize: ‘Söylediğinizin hepsi bu veya buna yakın bir söz olsun. Şeytan sizi uçurmasın’ buyurdular.”16

Görüldüğü gibi ilk iki rivayette “dışarıdan gelen bir adam”, topluluğun içine karışmış peygamberin kim olduğunu tanıyamıyor. “Hanginiz Muhammed?” veya “Sizin efendiniz kim?” diye soruyor. Birincisinde “İşte şurada yaslanmış oturan adamdır”, ikincisinde de bizzat kendisi “Benim” demiyor da “Kavmine hizmet edendir.” diyor (o sırada su dağıtmaktadır). Üçüncü rivayette ise onu tanıyan bir grup direkt kendisine “Sen bizim efendimizin” diye hitap edince “Efendi, Allah’tır!” diye cevap veriyor.

Yukarıdaki rivayetler ve Kur’an’ın birçok ayeti bizlere gösteriyor ki İslam’da bırakın ruhban sınıfı olmasını; peygamberler dahi giyim kuşamı, yaşayış biçimi, oturuşu, hizmet beklemeyip hizmet eder konumda oluşuyla “halktan biri” gibidir. Onu tanımayan birisi topluluğa girince “Hanginiz Muhammed” diye sormak ihtiyacı hisseder. Bir de peygamberimizin ölümünden yıllar sonra ortaya çıkmaya başlayan dini gruplara/yapılanmalara bakın. İçlerine girdiğinizde, onların dini önder kabul ettikleri kişiyi tek bakışta fark etmemeniz mümkün müdür?

“Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!” (Furkan/7)

“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler da hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı.” (Furkan/20)


Fahreddin er-Râzî’ye göre Allah’ın Müslümanlara ruhban hayatını yasaklaması çeşitli sebeplere dayanmaktadır. Dünya hayatına aşırı derecede meyletmek insanı Allah’a ve âhirete yönelmekten alıkoyması sebebiyle hoş karşılanmadığı gibi, dünya nimetlerinden tamamen el çekmek de insanın kalbinde ve zihninde güçsüzlüğe yol açacağından Allah’ı bilmesi yolunda ona engel oluşturur. Zira maddî lezzetlerin tadılması mânevî lezzetleri aramaya vesile olduğundan gerekli sayılmıştır. Nefsin maddeyle meşgul olması durumunda mânevî mutluluğun elde edilememesi söz konusu olsa da, bu ancak zayıf nefisler için geçerli olup kâmil nefisler aynı anda hem maddî hem mânevî olanla meşgul olabilme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla maddî olanı tamamen terk edip yalnız mânevî olana yönelmek aslında güçsüzlüğün işaretidir. Ayrıca ruhban hayatı neslin sona ermesine ve dünyanın harap olmasına yol açar.17

“Onları; Allah'ı anmaktan, namazı gözetmekten ve zekatı vermekten ne kazanma hırsı, ne bir iş ne de bir ticaret alıkoymaz.” 24-Nur/37

“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın.” 63-Münafikun/9

Ruhban sınıfının dinî konularda mutlak otoriteye sahip kılınması ise kınanmıştır.

"Onlar Allah’ı bırakıp ahbarlarını, ruhbanları ve ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Halbuki onlar ancak ‘bir’ olan ve kendisinden başka ilah olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir." (Tevbe,9/31) ayetinde toplum eleştirilirken;

"Ey iman edenler, ahbar ve ruhbanların pek çoğu insanların mallarını haksız yere yerler, onları Allah'ın yolundan alıkoyarlar..." (Tevbe, 9/34) ayetinde ise din adamları eleştirilmektedir.



ZİKİR NEDİR?
(Bu başlık altında yazanlar kaynakçada belirtildiği üzere iki farklı makaleden alıntıdır.)

«Bu incelememiz kendi kişisel yorumumuza veya herhangi bir mezhebin, meşrebin, hizip ya da cemaatin görüş ve ön kabulüne değil, tamamen Kur’an’a dayanan tahlillerden oluşmaktadır. İncelememizin amacı, konunun Kur’an ile sağlamasının yapılarak bu alandaki yanlış bakış açılarının düzeltilmesine katkı sağlamaya yöneliktir. Çünkü dine ait bir sözcüğü veya kavramı en iyi ve en doğru şekilde öğrenmenin yolu Kur’an’a bakmaktır. Zira Yüce Allah, vermiş olduğu görevleri kullarının nasıl yapacağını sadece Kur’an’da açıklamıştır. Bunları anlamak ve uygulamak için ne kimsenin himmetine ne de izahına gerek vardır. Her inanan, dine ait konuları öncelikle Kur’an’dan bizzat kendisi okur, anlar ve uygular; yöntem budur.

Zikirin sözlük anlamı “düşünmek, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, öğüt, ihtar, uyarı” dır.

Zikir kelimesi fiil şekliyle Kur’an’da daha az geçmekle beraber muzari hali, mazi halinden daha çok kullanılmıştır. Şimdi bunlardan bazılarını okuyarak anlamlarını tespite çalışalım:

“…Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı ümit eden ve Allah’ı çok zikreden kimse, Allah’ın Rasulünde güzel bir örnek vardır.”  33-Ahzab/21
Bu ayette zikir “düşünmek” anlamında kullanılmıştır.

“Arınan ve Rabbinin ismini zikreden ve namaz kılan kurtuluşa ermiştir.”  87-Ala/15
Burada da arınma ile düşünce ve inanç, zikir ile “anış”, namaz ile de “eylem” dile getirilmiştir.

“Hayır, Kur’an bir öğüttür. Öğüt (zikr) almak isteyen için.”  74-Müddessir/54,55
Aynı ifadeler 80. sure Abese’de de geçmektedir. Burada da “öğüt” anlamı ön plana çıkmıştır.

“Genç de şöyle demişti: Gördün mü, kayaya sığınınca ben balığı unuttum. Onu zikrimi (hatırlamamı) unutturan da, şeytandan başkası değildir.” 18-Kehf/63
“Hatırlama” anlamında kullanılmıştır.

“Size söylediklerimi elbette zikredeceksiniz/hatırlayacaksanız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Allah, kullarını hakkıyla görendir.”  40-Mümin/44

“İnsan, önceden hiçbir şey değilken kendisini yarattığımızı hiç zikretmiyor/düşünmüyor mu?”  19-Meryem/67
“Düşünmek” anlamında kullanılmıştır.

“… Allah’ın adını zikretsinler/ansınlar” 22-Hac/28
“Anmak” anlamında kullanılmıştır.

Esasen “anmak”, “hatırlamak” ve “düşünmek” birbirlerini tamamlayan üç unsurdur. Düşünülen şey hatırlanır, hatırlanan şey de yad edilir, anılır. Dile getirilir. Bu sebeple ayetlerde geçen “zikretmek” ifadesinde bu üç unsuru da görmemiz mümkündür.»18  


«Kur’an’da yüzlerce ayette geçen “zikr” mastarı ve bu sözcükle yapılmış “zikrullah” tamlaması “salât”, “zekât”, “savm [oruç]” gibi bir terim olmayıp “yemek”, “içmek” gibi eylem ifade eden sözcüklerdir. Bilindiği gibi, “namaz”, “belirli zamanlarda, belirli beden hareketleriyle, belirli dua ve ayetlerin okunmasıyla yapılan kulluk” anlamında bir terimdir. Aynı şekilde “oruç” da bir terim olup “belirli bir zaman diliminde ve özel bir amaçla yemeyi, içmeyi ve cinsel ilişkiyi terk etmek” demektir. Zikr ve zikrullah ise birer terim değildir.

İşin aslı böyle olmasına rağmen, Arapçadan Türkçeye yapılan tüm çevirilerde “zikr” sözcüğü Türkçeleştirilmeden Arapça olarak bırakılmış ve böylece sözcük, sanki bir dinî terim gibi kullanılagelmiştir. Bu bilgisizlik, her zamanki gibi, açıkgözler ve art niyetliler tarafından çokça istismar edilmiştir. Bu istismara uygun olarak cahil halk arasında zikir halkaları, zikir şekilleri ve zikir aletleri icat edilmiştir. Bu sözcüğün yanlış algılandığının farkında olan İslâm düşmanları ise, binlerce senedir sürdürdükleri faaliyetlerine bu konuyu da dâhil ederek Müslümanların daha fazla uyuşturulmalarını, daha çok perişan edilmelerini, daha derin bir sapkınlığa düşürülmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bilerek ya da bilmeyerek bu istismara alet olanlar, bu sapkınlığın faziletlerini anlatan kitaplar yazarak bunları Müslümanlara satmışlardır.

Kur’an’da bu kadar önem verilen “zikrullah”ın (Bkz: Kur’an 3/191, 4/103, 2/114, 29/45, 57/16, 39/22, 20/42, 20/124-126, 7/205, 72/17, 24/37, 63/9, 62/9, 2/152, 13/28) ne demek olduğu, nasıl yapılacağı ancak yine Kur’an’dan öğrenilebilir. Ne var ki, cehalet, gaflet veya dalalet gibi nedenlerle konu Kur’an’dan değil, İslâm düşmanlarından öğrenilmeye kalkışılmış, sonuçta ortaya “zikr çekmek” diye tuhaf ve anlaşılmaz uygulamalar çıkmıştır. Bu uygulamalar daha çok geri kalmış, yoksul ve eğitimsiz Müslüman ülkelerdeki cemaat ve tarikatlar eliyle yaygınlaşmış, haftanın belirli gün ve saatlerinde ellerine doksan dokuzluk, binlik, on binlik tespihler alan insanlar, halkalar halinde güya zikir yaptıklarını zannederek “Allah, Allah”, “La ilahe illallah, La ilahe illallah” veya “Hu, Hu” diye bağırıp durmuşlardır. İşin en acıklı yanı, bu yaptıklarıyla da kolayca cennete gideceklerine inanmışlardır.

Kesinlikle bilinmelidir ki, ne bu zikir anlayışı ne de ona bağlı olarak gelişen bu garantici cennet inancı doğrudur. Bu tür yoz ve yozlaştırıcı anlayışların hiç kimseye yararı yoktur. Parayı çok seven veya paraya ihtiyacı olan bir kimsenin herhangi bir para kazanma uğraşısına girmeden, eline bir tespih alıp günde binlerce kez “para, para, para…” diye sayıklamak suretiyle para kazanması nasıl mümkün değilse, ahirette cennetle ödüllendirilmek isteyen bir kimsenin de, yukarıda açıkladığımız yoz ve saçma davranışlarla Allah’ın rızasını kazanması mümkün değildir.

“Zikrullah”ı belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan zihniyetin, Allah’ın Bakara/152’de verdiği “Beni anın ki, ben de sizi anayım” mesajı hakkında ayrıca kafa yormaları ve Allah’ı “Allah, Allah …” diye anan kimselerin, Allah’tan da kendilerini “kulum, kulum …” diye anmasını bekleyip beklemediklerini düşünmeleri gerekir.

Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, peygamberimiz ile onun çağdaşı olan ve dini eğitimlerini ondan alan sahabe olduğu şüphesizdir. O güzide Müslümanlar bu ayetleri bugünkü tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla “Allah, Allah …” diye zikrettiklerini kimse duymamış, hiçbir kitap yazmamıştır. Onlar, kişinin aynasının “iş” olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, Allah için mücadele [cihad] ederek geçirmişlerdir. » 19

«Zikir, Allah’ın kitabının ismi ve düşünmenin, anlayışın adı iken; Kur’an’la hiçbir ilgisi olmayan ve bilinçsizce yapılan bu törenlere, içeriğine hiç de uygun olmayan “zikir” ismi verilmesi Kur’an ile bağdaşmamaktadır.

Zikir; uyanıklığın, düşüncenin ve bilincin esası iken, zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, adeta uyuşturucu kullananlar gibi hayal dünyalarında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Kimi tefle, dümbelekle, zille, neyle, halay ve dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor; kimi de kendini kaybedip, hipnotize edildikleri kimseler tarafından çeşitli yerlerinden şişleniyorlar. Kendi nefislerine zulmediyorlar. Bazıları geleneksel bir şekilde tesbihle, bazıları modernist olarak numaratörle, bazıları da daha doğal olarak taşla, çakılla, anlamını bilmedikleri bazı kelimeleri tekrarlıyorlar. Kimileri bağıra çağıra taşkınca; kimileri de sessiz sakin ama şaşkınca “zikir” yapıyorlar.

Kur’an’ın bize öğrettiği zikir anlayışında belirli sayıda, belirli isim ya da kelimelerin tekrarı yoktur. Zikir, hayatın bütün boyutlarında, düşünceyi, anlayışımızı, duygularımızı ve hareketlerimizi Allah’ın gösterdiği şekilde düzenlemektir. Hayata bakışımızı, Rabbimize kulluk bilinci içerisinde şekillendirmektir. “En yüce ve en üstün Allah’tır” demek, ve Allah’ın otoritesine boyun eğmektir. Allah’ın kitabını okumak, anlamak ve hayat rehberi olarak benimsemektir.

Allah’ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel isimleri sürekli veya belirli sayıda tekrarlamanın insana kazandıracağı önemli bir şey yoktur. Aksine kaybettireceği şeyler çoktur.

Birincisi, cehaletini meşru olarak görüp, yaptığı ile tatmin olarak Allah’ın kitabına karşı sorumluluğunu ihmal edecektir.

İkincisi; anlamını bilmeden tekrarladığı sözler içinde belki de insanı şirke götürecek batıl sözler vardır. Örneğin “La mevcude ilallah” gibi. Nedir bu sözün anlamı? “Allah’tan başka varlık yoktur.” bir başka deyişle “tüm varlık Allah’tır” Yani, iyi kötü yaratılmış ne varsa hepsinin Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük bir hata! Ne dehşetli bir cehalet. Allah’ın yarattığını, Allah’ın kendisi yerine koymak… Çok korkunç bir gaflet. Affedilmez bir suç. Sonra bunun adını zikir koymak, Allah’ın gazabından insanı kurtarabilir mi? Asla kurtaramaz. Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine bilmemiz gereken Allah’ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah’ı kendi zikri olan Kur’an’dan tanımak ve Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.»20



KİTAP ÖNERİLERİ:

Bir Başka Din Tasavvuf - Cemre Demirel
Pasif İyiden Aktif İyiye – Mustafa İslamoğlu
Tasavvuf ve İslam - İbrahim Sarmış
Hanginiz Muhammed – R. İhsan Eliaçık
Bana Dinden Bahset – R. İhsan Eliaçık


MAKALE ÖNERİSİ:

Ahlak Dinin Temelidir – Mustafa İslamoğlu


KAYNAKÇA:

1 Bana Dinden Bahset – R. İhsan Eliaçık sf.23
2 Bana Dinden Bahset – R. İhsan Eliaçık sf.15
3 Filibeli Ahmet Hilmi; Tarih-i İslam, s. 535-536
4 İbn Mace, Sıyam, 21
5 İbn Mace, Sıyam, 21
8 DİA Davet cilt: 09; sayfa: 18
9  Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XVI, 37
10 DİA Hristiyanlık cilt: 17; sayfa: 365
11 Buhari, İman, 39; Nesai, İman, 38; İbn Hanbel, 4/422, 5/350-351
12 Buhârî, “Nikâḥ”, 1; Müslim, “Nikâḥ”, 5; Zemahşerî, II, 283; Fahreddin er-Râzî, XII, 70
13 İbrahim Sarmış – Tasavvuf ve İslam
14 Buhari; Kitabu’l-ilm, 57
15 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463
16 Kütüb-i Sitte, hadis no: 5391
17 Mefâtîĥu’l-ġayb, XII, 70-71; ayrıca bk. Uzlet; Zühd

Yorumlar