Din nedir? Ya
da İslam nedir? Müslüman olmak nedir, gerekleri nelerdir? En çok namaz kılan,
en çok zikir çeken, sarık takıp şalvar giyen, tüm mal varlığıyla defalarca
umreye giden mi “en Müslüman” dır? Son sorumun doğru cevabı “evet” olsaydı şu
an Arap ülkelerinin, İslam coğrafyasının; en medeni, en gelişmiş, en nezih ve refah
seviyesi en yüksek coğrafya olarak anılması, insanların oralarda yaşamak için
can atacağı ülkeler olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi, çünkü vaatlerini
yerine getireceğinden hiç şüphemiz olmayan yüce Allah, İslam’ın gerektiği
biçimde yaşanması durumunda bu dinin insanlara barış, refah, huzur, mutluluk
getireceğini; güven ortamı oluşturacağını vaat etmiştir.
“Allah,
rızasını gözetenleri bu kitap (Kur'an) sayesinde selamet/kurtuluş yollarına
iletir. Onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve
doğru yola ulaştırır.” 5-Maide/16
“Sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, kulu Muhammed'e açık seçik ayetler
indiren O'dur…” 57-Hadid/9
“Allah
iman edip, dürüst ve faydalı işler yapanlara, tıpkı kendilerinden önce, gelip
geçen bazı toplumları, yeryüzüne egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzüne
mutlaka egemen kılacağına ve onlar için hoş görüp razı olduğu dini, sağlam
temellere oturtup, yerleştireceğine ve korkularının ardından onları, mutlaka
güvenli bir duruma kavuşturacağına dair söz vermiştir…” 24-Nur/55
Allah'ın,
müminlere dünyada ve ahirette olan vaatleri kesin ve gerçektir:
“…Allah'ın
her konuda verdiği söz gerçek olup, mutlaka yerine gelecektir…” 30-Rum/60, 40-Mümin/77, 35-Fatır/5,
10-Yunus/55
İslam’ın özü
hak, adalet ve ahlaktır. İslam’ın hedefi, kişilerin ve toplumların daha
adaletli, daha ahlaklı, huzurlu, güven içinde olmasını sağlamaktır. Kısacası
“medeniyet” tir. Allah’ın tanımladığı bu hedefe şekilcilikle, ritüellerle
ulaşılabilseydi buna ilk ulaşacak toplumlar, Müslüman toplumlar olurlardı.
Onlar, en medeni toplumlar olarak bilinirlerdi. Yukarıda saydıklarımın aksine
ne yazık ki Müslümanların çoğunlukta bulunduğu coğrafyalar şu anda genel olarak
insanların kendini güvende hissetmediği, hak ve adaletin gerçek manada vuku
bulmadığı, barış ve huzur ortamının sağlanamadığı, imkânı olanın kaçıp
uzaklaşmak istediği yerlerdir.
“ ‘Din’
kelimesinin Kur’an’da 103 yerde ve dört esas manada kullanıldığını görüyoruz.
Bunu kolayca anlamamız için Arapça’da alt-üst, arka-ön şeklinde dört yönü de
ifade için kullanılan ve aynı kökten gelen ‘dŭne’ sözcüğü bir fikir
verebilir. Buradan anlıyoruz ki ‘din’ insanoğlu için dört boyutlu bir
ilişkiler ağının tümünü birden ifade ediyor; geriye doğru (adet, töre),
ileriye doğru (yol, yordam), yukarıya doğru (itaat, bağlılık),
aşağıya doğru (hüküm, kural, ceza, mükâfat)…
Bunların
hepsini birden topladığı için yani ‘tedvin’ ettiği için bir tek kelimeyle
durumu ‘din’ diye ifade ediyoruz. Demek ki din kavramının, Kur’an’da kullanım
yerlerine göre kiminde adet, kiminde yol, kiminde itaat ve bağlılık, kiminde de
hüküm, kural, yargı, ceza ve mükâfat anlamında kullanılması bu nedenledir.
Bu durumda;
Söz konusu
dört boyutlu anlamlar, değerler ve kurallar bütünü ‘din’,
Bunun bir
coğrafi mekânda ete kemiğe bürünüşü ‘medine’,
Bu bürünüşün
mensupları ‘medenî’,
Mensuplarınca
ortaya konan maddi ve manevi tüm inşa ve imar faaliyeti de ‘medeniyet’
oluyor.”1
O halde
“medeni” olarak anılamayan günümüz İslam ülkelerinde, ya din/İslam denilince
anlaşılan şeyde sorun vardır ya uygulamada sorun vardır ya da büyük olasılıkla
sorun her ikisindedir.
→ Esasında
sorun;
* Din
denince akla gelenin; namaz, oruç, hac gibi ibadetlerden, giyim kuşamdan,
ritüellerden öteye geçememesindedir. Oysa din A’dan Z’ye hayatın her alanını
kapsar. Din yaşamda atılan her adımı, verilen her kararı etkiler/etkilemelidir.
“Bana Dinden Bahset” adlı kitabın arka kapağında yazan şu hikâye çok anlamlıdır
ve konuyu kısaca özetler:
“Bilge kişi
ölmeden hemen önce halkını geniş bir meydanda toplar. Gerçekleri son bir kez
hepsinin huzurunda dile getirir. Halkla arasında nefis bir diyalog
kurulur.
Halktan biri öne çıkarak bize der, sevgiden söz et. Bilge anlatır, anlatır, anlatır. Bir diğeri bize aşktan, evlilikten söz et der, anlatır. Bunu alışveriş hakkında ne dersin? diyen biri izler, anlatır.
Çocuklardan bahset derler, anlatır. Eğitimden bahset derler, anlatır. Çiftçilikten bahset derler, anlatır.
Alın terinden, emekten ve adaletten bahset derler, anlatır. Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Bilge hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır.
Konuşmasının sonuna doğru birisi ‘Bana dinden bahset’ deyince bilge şöyle cevap verir:
Halktan biri öne çıkarak bize der, sevgiden söz et. Bilge anlatır, anlatır, anlatır. Bir diğeri bize aşktan, evlilikten söz et der, anlatır. Bunu alışveriş hakkında ne dersin? diyen biri izler, anlatır.
Çocuklardan bahset derler, anlatır. Eğitimden bahset derler, anlatır. Çiftçilikten bahset derler, anlatır.
Alın terinden, emekten ve adaletten bahset derler, anlatır. Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Bilge hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır.
Konuşmasının sonuna doğru birisi ‘Bana dinden bahset’ deyince bilge şöyle cevap verir:
-Bahsettim
ya, dinlemedin mi?”2
→ Esasında
sorun;
* İbadet
ve uygulamaların amaç ve özünün sindirilmemesindedir. Sorun, “Allah neden bunu
yapmamızı istiyor?” diye düşünmeyip amaca uygun hareket etmeyerek ibadet ve
uygulamaları “sırf yapmış olmak için yapmak” tadır. İbadetlerin “belli
aralıklarla yerine getirilmesi gereken ritüellerden” ibaret görülmesindedir.
Ne demek
istediğimi, Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’a gelen ve “Türklerde dini
hayat” üzerine gözlemlerini aktaran yabancı bir gözlemcinin söylediklerini
okuyunca daha iyi anlayacaksınız:
“Türkler
gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin
yüce manasıyla çok din aranmamalıdır. Türklerde namaz günlük vazifelerdendir.
Kendiliğinden anlaşılır ki bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek
ve uyumak vazifeleri gibi yerine getirilir. Eskiden beri alışılmış bir âdet
takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa
olsun namaz kılınır. Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır. O sırada müezzin
ezan okumaya başlar. Hikâye anlatan hikâyeyi keser, namazını kılar, sonra
hikayesine kaldığı yerden devam eder… Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra
namaz kılar, sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder… Bir paşa
vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan
okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat
olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra
zalimane talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir
alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez, hiç kimse
bundan arlanmaz, herkes kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla
her şey olmuş bitmiş olur…”3
“Nice
oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice
namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey
yoktur.”4
Bir başka
örneği de oruç üzerinden vereyim. Allah’ın oruç tutma emrinin birçok amacı,
insanlara bedenen ve ahlaken birçok katkısı bulunmaktadır. Orucun özünü ve
amacını anlamayan, “Neden?” ini düşünmeyenler, orucu sadece “sahurla iftar
arası aç kalmak” olarak algılarlar ve zaten onların orucu da aç kalmaktan
ibarettir. Bu kişilerden Ramazan ayında sık sık şu cümleleri duyarız: “Ne güzel
bugün hiç acıkmadım.” “Sahurda şunları yersen acıkmazsın, şu yiyecekler tok
tutar.” Orucun, acıkmanın aklına gelmediği bir ramazan gününü kar sayarlar ve
sonuçta, ibadet amacından koparılarak içi boşaltılmış olur.
“Kim
yalan söylemeyi, cahilliği ve cahillikle amel etmeyi (günah işlemeyi) terk etmezse,
Allah’ın onun yemesini, içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.”5
Peygamberimizden
(a.s) nakledilen bu hadisteki maksat; yalan söyleyenin, günah işlemeye devam
edenlerin oruç tutmayı bırakmasını emretmek değildir. Orucun bu kötü
alışkanlıkları da terk etmeyi teşvik etmesi, oruçla beraber genel anlamda bir
düzelme sağlanması gerektiğindendir.
Aynı durum namaz
konusu için de geçerlidir. Namazı dosdoğru kılmanın gereğine dikkat çekildiği
gibi, namaz kılanların günahlardan uzak kalması gerektiği, namazın insanı
kötülüklerden alıkoyması gerektiği de Kur’an’da ifade edilmiştir.
“Kitaptan
sana vahyedileni oku ve insanlara ulaştır. Namazında dikkatli ve devamlı ol, çünkü
namaz insanı çirkin işlerden, vahiy ve ona teslim olan akla aykırı her türlü
şeyden alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah ne işlerseniz
hepsini bilir.” 29-Ankebut/45
→ Esasında
sorun;
* Dinin
“ahlak” boyutunun göz ardı edilmesidir. Ahlak kavramının içinin boşaltılması ve
çok dar bir kapsama alınmasıdır.
“Ahlak
Arapça ‘hulk’ sözcüğünün çoğuludur. Hulk ise; huy,
adet, alışkanlık, yaradılış, insanın ruhsal-zihinsel halleri anlamındadır.
Öyleyse ahlak, kişinin huylarını ya da bir topluluğun alışkanlık ve adetlerini
anlatır. İnsanın iyi ve kötü olarak nitelenen davranışı ve eylemleri ahlak
kapsamı içindedir .”6
“Kişi her iş ve davranışında Allah’ın
kendisini gördüğüne lafta değil yürekten inanmıyorsa; dolaylı ya da açık yalan
söylemesi, insanların haklarını çiğnemesi, sahip olduklarını insanlık dışı
amaçlar için kullanması… yani özetle insanca değil şeytanca davranması;
ahlaksızca davranması ve ‘ahlaksızlığa’ ortam hazırlaması çok kolay olur.”7
→ Esasında
sorun;
* İslam
dini Allah dışında hiçbir dini otoriteyi, haram helal belirleyiciyi, hüküm
koyucuyu kabul etmezken; Müslümanların kendilerince türlü çeşitli otoriteler
edinmelerindedir. Sorgulanamayan, eleştirilemeyen, ne deseler “doğru” kabul
edilen, kendilerinde haram helal koyma yetkisi gören bir “ruhban sınıfı”
oluşturulmasındadır. Oysa İslam dininde ne kast sistemine yer vardır ne de ruhban
sınıfı diye adlandırılan ayrıcalıklı bir sınıfa yer vardır. Bu bir ilkedir ve
bu ilke Kur’an’da birçok yerde defalarca tekrarlanmaktadır. Zaten ruhbanlık,
İslam’ın temel ilke ve öğretilerine başlı başına terstir.
“De ki:
‘Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin:
Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık
yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz.’ Ve eğer
yüz çevirirlerse de ki: Şahit olun ki biz kendimizi O’na teslim etmişiz!” 3-Ali İmran/64
“Sizin
Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil
indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası
değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu
bilmezler.” 12-Yusuf/40
“Toplumsal
otoritelerini (hahamlarını) ve dini otoritelerini (rahiplerini), bir de Meryem
oğlu Mesih’i (İsa’yı; peygamberleri), Allah’la beraber rab olarak gördüler; oysa
tek ilahtan başkasına kulluk etmekle emrolunmuş değillerdi; ondan başka ilah
yoktur, sınırsız kudret ve izzetiyle, (böylelerinin) Onun tanrılığında bir pay
yakıştırdıkları her şeyden bütünüyle uzaktır, yücedir!” 9-Tevbe/31
“İslâm’da
Allah ile kul arasına herhangi bir vasıtanın sokulmaması ve bir ruhbanlık
sınıfının bulunmayışı İslâm’ı Hıristiyan misyonerliğinden tamamen farklı
kılmıştır. Hristiyan dünyada misyonerlik tarihinin başlangıcı kilise
teşkilâtının kuruluş dönemine kadar gider. Misyonerlik faaliyetleri kilisenin
temel görevleri arasında yer almış, bu maksatla düzenli ve sürekli kurumlar
ihdas edilmiş, özel olarak bu iş için görevlendirilmek üzere misyoner din
adamları yetiştirilmiştir. Buna karşılık İslâm’da Allah ile kul arasında aracı
bir sınıf veya teşkilâtın bulunmayışı İslâm dünyasında bir misyonerlik
müessesesinin doğmasını önlemiş ve davetin ferdî bir görev olarak yürütülmesine
yol açmış, bu şekilde İslâm daveti, Hıristiyan misyonerlik kurumunun aksine,
müstemlekecilik ve sömürü gibi siyasî ve ekonomik art niyetler taşıyan organize
bir hareket olmaktan uzak kalmıştır.”8
“Ey iman
sahipleri! Şu bir gerçek ki, toplumsal otoritelerin ve dini otoritelerin birçoğu
halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri
çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara
korkunç bir azabı müjdele.” 9-Tevbe/34
“Başlangıçta
beşerî isteklerden ve dünya hayatından el çekme şeklinde tezahür eden ruhbanlık,
daha sonra din adına söz söyleme yetkisine sahip bulunan rahipler zümresinde
yoğunlaşmış, Hıristiyanlık’ta önemli bir konumu bulunan kilise otoritesiyle de
belli bir hiyerarşi içinde müesseseleşmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de ruhbanlığın
aslında Hıristiyanlık’ta bulunmayıp sonradan ortaya çıkarıldığı belirtilmiş,
Allah’ın rızasını kazanmak için bazı Hıristiyanlarca başlatılan bu hareketin
gereğinin tam anlamıyla yerine getirilmediği ifade edilmiştir (Hadîd 57/27).
Ayrıca ruhbanlarca istismar edilen dinî otoritenin Hıristiyan toplumu
üzerindeki olumsuz etkilerine işaret edilerek Yahudiler gibi Hıristiyanların da
zamanla rahiplerini ve İsa’yı kutsallaştırdıkları haber verilmiştir (Tevbe
9/31).
Konuyla
ilgili ayetlerin bütünü incelendiği takdirde rahiplerin Allah’tan gelen ayetleri
gizleyerek kendi sözlerini öne çıkarmalarının, Hıristiyanların da Allah’ın
emirlerinden çok onlara uymalarının tenkit edildiği görülür. Yani eleştiri
konusu edilen husus, rahiplerin konumlarının beşer seviyesinin üstüne
çıkarılması ve onların da kendilerine verilmeyen yetkileri din adına kullanmış
olmalarıdır.9 Nitekim Yahudi ve Hıristiyan din adamları
insanların mallarını haksız yere yedikleri gibi onları Allah yolundan da
alıkoymuşlar (Tevbe 9/34)”10
Yukarıda da
belirtildiği gibi ruhbanlığı, Hıristiyanlar Allah’ın rızasını kazanmak
niyetiyle sonradan ortaya çıkarmışlardır. Aslında ruhbanlık kurumu Allah’ın
doğrudan bir emri değildir. Fakat bu kuruma daha sonraları kendileri ihanet
etmişler, bu kurumu bozmuşlar ve istismar vasıtası haline getirmişlerdir.
Böylece, kendilerinin icadı olan ve hayırlı olduklarına inanarak kurdukları
ruhbanlığı bozmaları nedeniyle Allah’ın öfkesini çekmişlerdir.
“…Bir
bidat olarak türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara yazmadık (emretmedik).
Ancak Allah'ın rızasını aramak için türettiler ama buna da gerektiği gibi
uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan
birçoğu da fasık (yoldan çıkmış) olanlardır.”
57-Hadid/27
“Ey
mahpus arkadaşlarım! Hangisi daha iyidir: birbirinden ayrı pek çok rabbe mi,
yoksa bütün varlıklara egemen bir tek Allah (a inanmak) mı?” 12-Yusuf/39
TASAVVUF ve
TASAVVUF AHLAKI
Tasavvuf en
genel tanımıyla, kendine özgü ibadet biçimleriyle dünya kirlerinden arınma ve
yaratıcının bilgisiyle veya yaratıcının varlığıyla bütünleşme çabalarının
adıdır. İslam dünyasında zühd hayatı şeklinde belirginleşip kurumlaşmaya
başlayan tasavvuf, aslında Kur’an’ın dengeli mesajından sapma ve saptırmadır.
Bunu görebilmek için önce İslam’ın dengeli yapısını anlayabilmek gerekir.
Allah
inananlara; hayatın her alanında ölçülü ve dengeli olmayı, orta yolu tutturmayı,
aşırılıklardan kaçınmayı öğütler.
* Harcamada
dengeli olun der: “Harcarken, ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi
arasında bir yol tutarlar.” 25-Furkan/67
* Sevgide ve
ayrılıklarda dengeli olun der: “Bir kimseyi günün birinde, aranızın
açılabileceğini hesaba katarak sev. Buğzettiğine de günün birinde dost
olabileceğini düşünerek buğzet.” [Tirmizi]
* Yürüyüşte
ve konuşmada dengeli olun der: “Yeryüzünde kibirlenerek ya da miskince değil
de ağırbaşlılıkla yürümeye bak, orta bir yol tut. Sesini de fazla yükseltme, zarif ve nazik bir şekilde konuş.”
31-Lokman/19
Vasat, ifrat
ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olmak demektir. İslamiyet vasat bir
dindir. Kur’an’da buyruluyor ki:
“Sizi
insanlara şahit ve örnek olmanız için vasat (tam ortada) bir ümmet kıldık.” 2-Bakara/143
Vasat olan
bu ümmet; ölçü ve değerlerini, anlayış ve düşüncelerini başka milletlerden ve
ideolojilerden alan veya başkasını taklit eden bir ümmet değildir. Onun için
tek doğru yol sırat-ı müstakim olan Kur’an’ın yoludur. Ahlakları ise Kur’an
ahlakıdır.
Rabbimiz
insandaki maddi ve manevi eğilimleri dengede tutmak için ölçüler ve açık hükümler
getirmiştir. Her şeyden önce heva ve hevesle hareket edilmemesini istemiştir.
Kur’an’ın hükümleri dururken, insanların heva ve hevesleriyle hareket etmesi
şiddetle kınanmıştır.
“Heva ve
hevesini kendine ilah edineni gördün mü?” 25-Furkan/43
Hz. Peygamberin
uygulamalarında da bunun örneklerini açıkça görüyoruz. Onun ibadetleri
karşısında kendi ibadetlerini azımsayarak sürekli namaz kılmayı, her gün oruç
tutmayı ve evlenmemeyi kararlaştıran üç kişinin bu durumu kendisine ulaşınca,
onlara bu işi yasakladığını ve sünnetinden sapanların kendisiyle ilişkisinin
kesilmiş olacağını söylemiştir. Yine oruç için güneşte durmayı adamış birini
gördüğünde durumunu yadırgamış ve bu işi bırakmasını emretmiştir.11
Maide Suresi
87 ve 88. ayette Müslümanlar, Allah’ın helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri
kendilerine haram kılmamaları ve bu şekilde haddi aşmamaları hususunda
uyarılmıştır. Bu konuda zikredilen bir rivayete göre Hz. Peygamber bazı Müslümanların
ruhban hayatı yaşamaya başlaması üzerine şöyle buyurmuştur: “Hem oruç tutun hem
yiyin, hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem oruç tutuyorum hem iftar ediyorum,
hem ibadet ediyorum hem uyuyorum; ben et yiyorum ve kadınlarla evleniyorum;
benim sünnetimden uzaklaşan benden değildir.”12
İslam’ın
dengeli ve vasat yapısı içinde ahireti birinci planda tutan ve dünya hayatının
geçiciliğini belirten, bunun gereği olarak bu dünyada ahiret için hazırlık
yapmayı öğütleyen ve dünyayı ahiret için ekin tarlası gören öğretiler;
insanların dünyayı ebedi hayat yurdu olarak görmemeleri, maddeciliğe
kaymamaları ve ortaya çıkan sapmalarda olduğu gibi sapmalara düşmemeleri
içindir.
İslam
dengeli yapıyı ve vasatlığı korumak için dikkatleri dünya hayatının geçiciliğine
çektiği gibi, ferdi ve toplumsal hayatta İslam’ı hâkim kılmak için dünyada çok
çalışmanın gerekliliğine de dikkatleri çekmiştir. İslam’ın bu dengeli yapısını,
dünya hayatına aldırış etmeme ve yukarıdaki örneklerde olduğu gibi dünyadan el
etek çekme tavrını zühd diye nitelemek, hele tarih boyunca İslam kültürüne
katılan yabancı inanç ve kültürlerle çığ gibi büyüyen bu eğilimi tasavvuf diye
İslami bir disiplin olarak göstermek doğru değildir.
Tasavvufun
ahlak daveti sadece selbi (negatif) bir davettir. Çünkü Mani dininin
“zühd” anlayışına (dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya
nimetlerine sırt çevirmek) dayalı bir
davettir.
Hayır olduğu
iddiasına rağmen ve taşıdığı inanç bir yana bırakılsa bile, hayatı hayır, hak
ve adaletle idare etmek isteyen, emniyet ve selamet içinde aleme liderliğe
soyunan bir ümmetin ahlakı olmaya elverişli değildir.
* İnançlı ve
yüce değerlerini gerçekleştirmek için Allah'ın mübah kıldığı ve yeri geldiğince
emrettiği her şeyi kullanmak mecburiyetinde olan girişken ve cesur atılımı
gerçekleştirmeye mecbur olan bir ümmetin ahlakı olmaya layık olamaz.
* Okumamayı,
cehaleti, çalışmamayı ve geçimini sağlamamayı kendisine ilke yapan, bir lokma
bir hırka anlayışını düstur edinip karanlık hücrelerde çile doldurmayı cihad
sayan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmayı din olarak belleyeceği
ve gereğini yapacağı yerde, şeyhlerinin emri ile oturup kalkan ve dediklerini
yerine getirmeyi din olarak belleyen zihniyetin toplumda egemen olması sonucu
ümmetin içine düştüğü maddi ve manevi, ahlaki ve insani bataklıktan kurtulmak
isteyen insanlar için tasavvuf ahlakı, ahlak olamaz.
* İnsanın
içinde karşı konulmaz ve sırtı yere gelmez bir nefis düşmanı yerleştirerek
hayatı ondan başkasını görmeyen, bütün mesaisini ve enerjisini onu alt etmek
için sarf eden, ama bir türlü bu fobisinden kurtulamayan bir ahlak, İslam ahlakı
olamaz.
* Dünyayı
Allah düşmanlarının cirit attığı ve sadece kafirlerin cenneti sayan, Müslümanlara
da bir lokma bir hırka, pasif bir tevekkül, mağara ve dehlizlerde bir çile
hayatını öğütleyen bir ahlak, İslam'ın ahlakı olamaz.
* Allah'ın
direktifleri ve Rasulullah'ın öğretileri ile insanların oturup kalkmalarını öğütleyeceği,
onlara göre hayatlarını düzenlemelerini isteyeceği yerde; ölülerle oturup
kalkmayı, ruhlar aleminde dolaşmayı, oturduğu yerden keramet ve keşiflerle
dünyayı idare etmeyi, cinler ve şeytanlarla dost olmayı, zevkleri için her
türlü uygunsuzluğu meşru görmeyi öğütleyen bir ahlak İslam ahlakı olamaz.
* Hristiyan
ve Yahudilerin Allah'ın vahyini değiştirdikleri gibi Allah'ın dinini her türlü
batini ve şirk anlayışlarla oyuncağa çeviren, tahrif ve tebdil edecek anlayışlara
kapıyı ardına kadar açan felsefelere bağrını açan bir ahlak, İslam ahlakı
olamaz.
* Olsa olsa
tasavvuf ahlakı; mağaralarda ve dehlizlerde, dağlarda ve çöllerde, ölü bir his
ve donuk bir şuur ile yaşayan insanların ahlakı olabilir. Birbirleriyle bağları
kesilen, gerçekler dünyasına ayakları basmayan ve gece gündüz sadece kendini
düşünüp bir türlü başkasını görmeyen dervişlerin ahlakı olabilir. Gizli, dar ve
öldürücü bencillikle dolup taşan, dünyayı sadece kendisi için gören ve her
şeyin sadece kendisine olması için çalışan bencil insanların ahlakı olabilir.
Bu ahlak,
hayattan duyduğu korkularla tüyleri ürperen ve toplumdan kaçmakla ancak bu
korkudan kurtulabileceğine inanan bir ruh halidir. Bu ahlak, insan vücudunun arkasında
son derece uyuşuk ve pısırık bir hayat süren, insan vücudunu pasifize eden bir
haldir. Bu ahlak, yapısı ve değer yargılarıyla, karakteri ve ayakta tutan
temelleriyle canlı, dinamik ve enerji dolu bir hayat için değil, olsa olsa ölü
yokluk için yaşayan bir topluluk için elverişli olabilir. Her insanın hem
kendisi hem başkaları için çalıştığı, başkalarını kendine tercih etmeyi seçkin
bir karakteri ve Allah'ın rızasını kazanmayı hayatın ekseni, hedefi ve gayesi
yapan kişilerin bulunduğu toplum için değil; karamsar, kötümser, sönük, can
çekişen insanların ahlakı olabilir.
Tasavvufun
ahlakçılığı hayattan korkakça kaçış ve zilletle teslimiyet ahlakçılığıdır.
Öldürücü ve uyuşturucu yalnızlık çöllerinde berduş ve çılgın yaşayan
insanların ahlakçılığıdır. Hayatın ilerlemesi yolunda sürekli çabalayan
insanlığın güçlerim öldüren zalim anlayışın ahlakçılığıdır. Kendisi için
yaptığını Allah için yapması ve toplumu da Allah için yükseltmesi amacıyla
insana verilen kuvvetleri ve nimetleri ve haksızca reddeden zalim insanların
ahlakçılığıdır.13
AKTİF İYİ
- PASİF İYİ
Tasavvuf ve
ruhbanlık üzerine yazı yazıp da aktif iyi – pasif iyi kavramlarından
bahsetmemek olmaz. Sebebi ise tasavvuf öğretisinin pasifizm üzerine kurulmuş
olasıdır. Toplumdan soyutlanarak kendi kabuğuna çekilmeyi, suya sabuna dokunmayarak
tüm vaktini ibadetle geçirmeyi öğütleyen bu öğretide; aktifliğe, canlılığa,
hayatın akışında var olarak daha iyi/daha güzel yarınlar için mücadele etmeye
yer yoktur.
Peki sorarım
sizlere, “Sen ey yatan kişi, kalk ve uyar!” (74/1,2) emrinin ilk muhatabı
olan peygamberimize önceleri “el-emin (güvenilir)” denilirken, övülürken; sonraları
neden “el-mecnun (deli)” denildi, sövüldü, dövüldü hatta canına kast edildi?
Çünkü bu ilahi emrin açılımı şudur: Kalk ve kaldır! Aktif ol ve aktifleştir.
Harekete geç ve harekete geçir. Yani pasif iyi olmaktan (yatmaktan) çıkıp aktif
iyi ol (kalk ve uyar), kendi kabuğuna çekilme, toplumun içine karış ve üzerine
düşen sorumluluğu yerine getir. Nitekim risaletten önce de toplum nazarında “iyi”
olarak bilinen ancak pasif iyi olması nedeniyle pek kimseyi rahatsız etmeyen peygamberimiz,
risaletten sonra tam bir “aktif iyi” olma mücadelesi vermiştir ve esas o zaman
dokunulmazlarına dokunulanlar tarafından öldüresiye bir nefreti üzerine
çekmiştir.
İyiliğin pasif
olduğu yerde, kötülük kendiliğinden aktif hale gelir. Kötülük karanlık gibidir.
Bir varlık hali değil, aydınlığın, iyiliğin yokluğu halidir. Pasif iyilik ise gerçek
iyilik hali değildir, yatan iyi olmak yetmez. Her pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir.
İşte bu yüzdendir ki ilk inen ayetlerdendir aktif iyi olma emri veren “Kalk ve
uyar!” ayeti.
HANGİNİZ
MUHAMMED?
“Peygamberimiz
ile birlikte oturduğumuz sırada biri gelip ‘Hanginiz Muhammed`dir?’ diye sordu.
Allah’ın Resulü ashabı arasında dayanmış oturuyordu. ‘İşte dayanmış olan şu
beyaz kimsedir.’ dedik.”14
“Peygamberimiz
bir gün sahabelere verdiği bir ziyafet sırasında, onlara hizmet ederken,
uzaklardan geldiği anlaşılan bir atlı, peygamberimizin meclisine yaklaşıp: ‘Bu
kavmin efendisi kimdir?’ diye sordu. ‘Bu kavmin efendisini arıyorum’ dedi.
Allah’ın Resulü ‘Benim’ demedi. O sırada sahabelerine su dağıtmakta olduğundan,
atlıya şöyle cevap verdi: ‘Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir!”15
“Beni Amir
heyetiyle Allah’ın Resulünün yanına gitmiştik. ‘Sen bizim efendimizsin!’ diye
hitap ettik. ‘Efendi, Allah`tır!’ buyurdular. Biz: ‘Fazilette en ileride
olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!’ dedik. Bize: ‘Söylediğinizin hepsi
bu veya buna yakın bir söz olsun. Şeytan sizi uçurmasın’ buyurdular.”16
Görüldüğü
gibi ilk iki rivayette “dışarıdan gelen bir adam”, topluluğun içine karışmış
peygamberin kim olduğunu tanıyamıyor. “Hanginiz Muhammed?” veya “Sizin
efendiniz kim?” diye soruyor. Birincisinde “İşte şurada yaslanmış oturan
adamdır”, ikincisinde de bizzat kendisi “Benim” demiyor da “Kavmine hizmet
edendir.” diyor (o sırada su dağıtmaktadır). Üçüncü rivayette ise onu tanıyan
bir grup direkt kendisine “Sen bizim efendimizin” diye hitap edince “Efendi,
Allah’tır!” diye cevap veriyor.
Yukarıdaki
rivayetler ve Kur’an’ın birçok ayeti bizlere gösteriyor ki İslam’da bırakın
ruhban sınıfı olmasını; peygamberler dahi giyim kuşamı, yaşayış biçimi, oturuşu,
hizmet beklemeyip hizmet eder konumda oluşuyla “halktan biri” gibidir. Onu tanımayan
birisi topluluğa girince “Hanginiz Muhammed” diye sormak ihtiyacı hisseder. Bir
de peygamberimizin ölümünden yıllar sonra ortaya çıkmaya başlayan dini gruplara/yapılanmalara
bakın. İçlerine girdiğinizde, onların dini önder kabul ettikleri kişiyi tek
bakışta fark etmemeniz mümkün müdür?
“Bu ne
biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!” (Furkan/7)
“Senden
önce gönderdiğimiz bütün peygamberler da hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda
dolaşırlardı.” (Furkan/20)
Fahreddin
er-Râzî’ye göre Allah’ın Müslümanlara ruhban hayatını yasaklaması çeşitli
sebeplere dayanmaktadır. Dünya hayatına aşırı derecede meyletmek insanı Allah’a
ve âhirete yönelmekten alıkoyması sebebiyle hoş karşılanmadığı gibi, dünya
nimetlerinden tamamen el çekmek de insanın kalbinde ve zihninde güçsüzlüğe yol
açacağından Allah’ı bilmesi yolunda ona engel oluşturur. Zira maddî lezzetlerin
tadılması mânevî lezzetleri aramaya vesile olduğundan gerekli sayılmıştır.
Nefsin maddeyle meşgul olması durumunda mânevî mutluluğun elde edilememesi söz
konusu olsa da, bu ancak zayıf nefisler için geçerli olup kâmil nefisler aynı
anda hem maddî hem mânevî olanla meşgul olabilme özelliğine sahiptir.
Dolayısıyla maddî olanı tamamen terk edip yalnız mânevî olana yönelmek aslında
güçsüzlüğün işaretidir. Ayrıca ruhban hayatı neslin sona ermesine ve dünyanın
harap olmasına yol açar.17
“Onları;
Allah'ı anmaktan, namazı gözetmekten ve zekatı vermekten ne kazanma hırsı, ne
bir iş ne de bir ticaret alıkoymaz.” 24-Nur/37
“Ey iman
edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın.” 63-Münafikun/9
Ruhban
sınıfının dinî konularda mutlak otoriteye sahip kılınması ise kınanmıştır.
"Onlar
Allah’ı bırakıp ahbarlarını, ruhbanları ve ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler
edindiler. Halbuki onlar ancak ‘bir’ olan ve kendisinden başka ilah olmayan
Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah onların ortak koştuklarından
münezzehtir." (Tevbe,9/31) ayetinde toplum eleştirilirken;
"Ey
iman edenler, ahbar ve ruhbanların pek çoğu insanların mallarını haksız yere
yerler, onları Allah'ın yolundan alıkoyarlar..." (Tevbe, 9/34)
ayetinde ise din adamları eleştirilmektedir.
ZİKİR
NEDİR?
(Bu başlık altında yazanlar kaynakçada
belirtildiği üzere iki farklı makaleden alıntıdır.)
«Bu
incelememiz kendi kişisel yorumumuza veya herhangi bir mezhebin, meşrebin,
hizip ya da cemaatin görüş ve ön kabulüne değil, tamamen Kur’an’a dayanan
tahlillerden oluşmaktadır. İncelememizin amacı, konunun Kur’an ile sağlamasının
yapılarak bu alandaki yanlış bakış açılarının düzeltilmesine katkı sağlamaya
yöneliktir. Çünkü dine ait bir sözcüğü veya kavramı en iyi ve en doğru şekilde
öğrenmenin yolu Kur’an’a bakmaktır. Zira Yüce Allah, vermiş olduğu görevleri
kullarının nasıl yapacağını sadece Kur’an’da açıklamıştır. Bunları anlamak ve
uygulamak için ne kimsenin himmetine ne de izahına gerek vardır. Her inanan,
dine ait konuları öncelikle Kur’an’dan bizzat kendisi okur, anlar ve uygular;
yöntem budur.
Zikirin sözlük
anlamı “düşünmek, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, öğüt, ihtar, uyarı”
dır.
Zikir
kelimesi fiil şekliyle Kur’an’da daha az geçmekle beraber muzari hali, mazi
halinden daha çok kullanılmıştır. Şimdi bunlardan bazılarını okuyarak
anlamlarını tespite çalışalım:
“…Allah’a
ve ahiret gününe kavuşmayı ümit eden ve Allah’ı çok zikreden kimse, Allah’ın
Rasulünde güzel bir örnek vardır.” 33-Ahzab/21
Bu ayette
zikir “düşünmek” anlamında kullanılmıştır.
“Arınan
ve Rabbinin ismini zikreden ve namaz kılan kurtuluşa ermiştir.” 87-Ala/15
Burada da
arınma ile düşünce ve inanç, zikir ile “anış”, namaz ile de “eylem” dile
getirilmiştir.
“Hayır,
Kur’an bir öğüttür. Öğüt (zikr) almak isteyen için.” 74-Müddessir/54,55
Aynı
ifadeler 80. sure Abese’de de geçmektedir. Burada da “öğüt” anlamı ön
plana çıkmıştır.
“Genç de
şöyle demişti: Gördün mü, kayaya sığınınca ben balığı unuttum. Onu zikrimi
(hatırlamamı) unutturan da, şeytandan başkası değildir.” 18-Kehf/63
“Hatırlama”
anlamında kullanılmıştır.
“Size
söylediklerimi elbette zikredeceksiniz/hatırlayacaksanız. Ben işimi Allah’a
havale ediyorum. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” 40-Mümin/44
“İnsan,
önceden hiçbir şey değilken kendisini yarattığımızı hiç zikretmiyor/düşünmüyor mu?” 19-Meryem/67
“Düşünmek”
anlamında kullanılmıştır.
“…
Allah’ın adını zikretsinler/ansınlar” 22-Hac/28
“Anmak”
anlamında kullanılmıştır.
Esasen “anmak”,
“hatırlamak” ve “düşünmek” birbirlerini tamamlayan üç unsurdur.
Düşünülen şey hatırlanır, hatırlanan şey de yad edilir, anılır. Dile getirilir.
Bu sebeple ayetlerde geçen “zikretmek” ifadesinde bu üç unsuru da görmemiz
mümkündür.»18
«Kur’an’da
yüzlerce ayette geçen “zikr” mastarı ve bu sözcükle yapılmış “zikrullah”
tamlaması “salât”, “zekât”, “savm [oruç]” gibi bir terim olmayıp “yemek”,
“içmek” gibi eylem ifade eden sözcüklerdir. Bilindiği gibi, “namaz”,
“belirli zamanlarda, belirli beden hareketleriyle, belirli dua ve ayetlerin
okunmasıyla yapılan kulluk” anlamında bir terimdir. Aynı şekilde “oruç” da bir
terim olup “belirli bir zaman diliminde ve özel bir amaçla yemeyi, içmeyi ve
cinsel ilişkiyi terk etmek” demektir. Zikr ve zikrullah ise birer terim
değildir.
İşin aslı böyle
olmasına rağmen, Arapçadan Türkçeye yapılan tüm çevirilerde “zikr”
sözcüğü Türkçeleştirilmeden Arapça olarak bırakılmış ve böylece sözcük, sanki
bir dinî terim gibi kullanılagelmiştir. Bu bilgisizlik, her zamanki gibi,
açıkgözler ve art niyetliler tarafından çokça istismar edilmiştir. Bu istismara
uygun olarak cahil halk arasında zikir halkaları, zikir şekilleri ve zikir
aletleri icat edilmiştir. Bu sözcüğün yanlış algılandığının farkında olan İslâm
düşmanları ise, binlerce senedir sürdürdükleri faaliyetlerine bu konuyu da
dâhil ederek Müslümanların daha fazla uyuşturulmalarını, daha çok perişan edilmelerini,
daha derin bir sapkınlığa düşürülmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bilerek
ya da bilmeyerek bu istismara alet olanlar, bu sapkınlığın faziletlerini
anlatan kitaplar yazarak bunları Müslümanlara satmışlardır.
Kur’an’da
bu kadar önem verilen “zikrullah”ın (Bkz: Kur’an 3/191, 4/103, 2/114, 29/45,
57/16, 39/22, 20/42, 20/124-126, 7/205, 72/17, 24/37, 63/9, 62/9, 2/152, 13/28)
ne demek olduğu, nasıl yapılacağı ancak yine Kur’an’dan öğrenilebilir. Ne var
ki, cehalet, gaflet veya dalalet gibi nedenlerle konu Kur’an’dan değil, İslâm
düşmanlarından öğrenilmeye kalkışılmış, sonuçta ortaya “zikr çekmek” diye tuhaf
ve anlaşılmaz uygulamalar çıkmıştır. Bu uygulamalar daha çok geri kalmış,
yoksul ve eğitimsiz Müslüman ülkelerdeki cemaat ve tarikatlar eliyle
yaygınlaşmış, haftanın belirli gün ve saatlerinde ellerine doksan dokuzluk,
binlik, on binlik tespihler alan insanlar, halkalar halinde güya zikir
yaptıklarını zannederek “Allah, Allah”, “La ilahe illallah, La ilahe illallah”
veya “Hu, Hu” diye bağırıp durmuşlardır. İşin en acıklı yanı, bu yaptıklarıyla
da kolayca cennete gideceklerine inanmışlardır.
Kesinlikle
bilinmelidir ki, ne bu zikir anlayışı ne de ona bağlı olarak gelişen bu
garantici cennet inancı doğrudur. Bu tür yoz ve yozlaştırıcı anlayışların hiç
kimseye yararı yoktur. Parayı çok seven veya paraya ihtiyacı olan bir
kimsenin herhangi bir para kazanma uğraşısına girmeden, eline bir tespih alıp
günde binlerce kez “para, para, para…” diye sayıklamak suretiyle para kazanması
nasıl mümkün değilse, ahirette cennetle ödüllendirilmek isteyen bir kimsenin
de, yukarıda açıkladığımız yoz ve saçma davranışlarla Allah’ın rızasını
kazanması mümkün değildir.
“Zikrullah”ı
belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan zihniyetin, Allah’ın
Bakara/152’de verdiği “Beni anın ki, ben de sizi anayım” mesajı
hakkında ayrıca kafa yormaları ve Allah’ı “Allah, Allah …” diye anan
kimselerin, Allah’tan da kendilerini “kulum, kulum …” diye anmasını bekleyip
beklemediklerini düşünmeleri gerekir.
Bu dini
en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, peygamberimiz ile onun çağdaşı olan ve
dini eğitimlerini ondan alan sahabe olduğu şüphesizdir. O güzide Müslümanlar bu
ayetleri bugünkü tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp
uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla “Allah, Allah …” diye
zikrettiklerini kimse duymamış, hiçbir kitap yazmamıştır. Onlar, kişinin
aynasının “iş” olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle
de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, Allah için mücadele [cihad] ederek
geçirmişlerdir. » 19
«Zikir,
Allah’ın kitabının ismi ve düşünmenin, anlayışın adı iken; Kur’an’la hiçbir
ilgisi olmayan ve bilinçsizce yapılan bu törenlere, içeriğine hiç de uygun
olmayan “zikir” ismi verilmesi Kur’an ile bağdaşmamaktadır.
Zikir;
uyanıklığın, düşüncenin ve bilincin esası iken, zikir adı verilen bazı
toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, adeta uyuşturucu kullananlar
gibi hayal dünyalarında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Kimi tefle, dümbelekle,
zille, neyle, halay ve dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor; kimi de
kendini kaybedip, hipnotize edildikleri kimseler tarafından çeşitli yerlerinden
şişleniyorlar. Kendi nefislerine zulmediyorlar. Bazıları geleneksel bir şekilde
tesbihle, bazıları modernist olarak numaratörle, bazıları da daha doğal olarak
taşla, çakılla, anlamını bilmedikleri bazı kelimeleri tekrarlıyorlar. Kimileri
bağıra çağıra taşkınca; kimileri de sessiz sakin ama şaşkınca “zikir”
yapıyorlar.
Kur’an’ın
bize öğrettiği zikir anlayışında belirli sayıda, belirli isim ya da kelimelerin
tekrarı yoktur. Zikir, hayatın bütün boyutlarında, düşünceyi, anlayışımızı,
duygularımızı ve hareketlerimizi Allah’ın gösterdiği şekilde düzenlemektir.
Hayata bakışımızı, Rabbimize kulluk bilinci içerisinde şekillendirmektir. “En
yüce ve en üstün Allah’tır” demek, ve Allah’ın otoritesine boyun eğmektir.
Allah’ın kitabını okumak, anlamak ve hayat rehberi olarak benimsemektir.
Allah’ın
kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel isimleri sürekli veya
belirli sayıda tekrarlamanın insana kazandıracağı önemli bir şey yoktur. Aksine
kaybettireceği şeyler çoktur.
Birincisi, cehaletini meşru olarak görüp, yaptığı ile tatmin olarak Allah’ın kitabına karşı sorumluluğunu ihmal edecektir.
Birincisi, cehaletini meşru olarak görüp, yaptığı ile tatmin olarak Allah’ın kitabına karşı sorumluluğunu ihmal edecektir.
İkincisi;
anlamını bilmeden tekrarladığı sözler içinde belki de insanı şirke götürecek
batıl sözler vardır. Örneğin “La mevcude ilallah” gibi. Nedir bu sözün anlamı? “Allah’tan
başka varlık yoktur.” bir başka deyişle “tüm varlık Allah’tır” Yani, iyi kötü
yaratılmış ne varsa hepsinin Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük bir hata! Ne
dehşetli bir cehalet. Allah’ın yarattığını, Allah’ın kendisi yerine koymak… Çok
korkunç bir gaflet. Affedilmez bir suç. Sonra bunun adını zikir koymak,
Allah’ın gazabından insanı kurtarabilir mi? Asla kurtaramaz. Öyleyse, dikkat
edilmesi gereken nokta anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak
yerine bilmemiz gereken Allah’ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah’ı
kendi zikri olan Kur’an’dan tanımak ve Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda
yürümektir.»20
KİTAP
ÖNERİLERİ:
Bir Başka
Din Tasavvuf - Cemre Demirel
Pasif İyiden
Aktif İyiye – Mustafa İslamoğlu
Tasavvuf ve
İslam - İbrahim Sarmış
Hanginiz
Muhammed – R. İhsan Eliaçık
Bana Dinden
Bahset – R. İhsan Eliaçık
MAKALE
ÖNERİSİ:
Ahlak Dinin
Temelidir – Mustafa İslamoğlu
KAYNAKÇA:
1 Bana Dinden Bahset – R. İhsan Eliaçık
sf.23
2 Bana Dinden Bahset – R. İhsan Eliaçık
sf.15
3 Filibeli Ahmet Hilmi; Tarih-i
İslam, s. 535-536
4 İbn Mace, Sıyam, 21
5 İbn Mace, Sıyam, 21
6 Handan Öz - Ahlak file:///D:/DYN/Tasavvuf/seherin%20sahibi/ahlak.html
8 DİA Davet cilt: 09; sayfa: 18
9 Fahreddin er-Râzî, Mefâtîĥu’l-ġayb, XVI, 37
10 DİA Hristiyanlık cilt: 17; sayfa:
365
11 Buhari, İman, 39; Nesai, İman, 38;
İbn Hanbel, 4/422, 5/350-351
12 Buhârî, “Nikâḥ”, 1; Müslim, “Nikâḥ”,
5; Zemahşerî, II, 283; Fahreddin er-Râzî, XII, 70
13 İbrahim Sarmış – Tasavvuf ve İslam
14 Buhari; Kitabu’l-ilm, 57
15 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463
16 Kütüb-i Sitte, hadis no: 5391
17 Mefâtîĥu’l-ġayb, XII, 70-71;
ayrıca bk. Uzlet; Zühd
Yorumlar
Yorum Gönder