Bir sabah güneşin doğuşunun üzerinden çok geçmeden uyandım.
Bu, önceki günlerdeki uyanışımdan biraz farklıydı çünkü uzun zaman sonra uykumu
almış olarak kendiliğimden kalkmıştım. Yatmadan önce ezberlemeye çalıştığım
bilgileri acaba hala hatırlıyor muyum diye kontrol etmem gerekmiyordu, okula
gitmem, ders çalışmam, bir yere yetişmem de gerekmiyordu. Stressiz, huzurlu bir
sabahtı.
Gün ışığını içeri dolduran pencereyi açtım, tertemiz derin bir soluk aldım, sabahın sessizliğini melodili ötüşleri ile dolduran kuş seslerini bir süre dinledim. Bugüne de sapasağlam uyanabildiğim için derinden şükrettim.
Gün ışığını içeri dolduran pencereyi açtım, tertemiz derin bir soluk aldım, sabahın sessizliğini melodili ötüşleri ile dolduran kuş seslerini bir süre dinledim. Bugüne de sapasağlam uyanabildiğim için derinden şükrettim.
Bir süredir okumayı isteyip de hayatın koşuşturmacasından
okuyamadığım kitapları okumak için bugünün harika bir fırsat olduğunu düşündüm.
(Yoğunluk, kitap okumayı isteyip de okuyamamamın “sebebi” miydi yoksa
“bahanesi” mi ona emin değilim.)
Kahvaltıdan sonra çantamı okuma kitaplarıyla ve atıştırmalık kuru yemiş, kuru meyvelerle doldurup sessiz, sakin, akşama kadar kitap okuyabileceğim ferah bir yere gitmeye karar verdim. Gideceğim yer yaklaşık yarım saat yürüme mesafesindeydi. Kısa bir mesafe değildi ama en azından gidip gelirken de günlük yürüyüşümü yapmış olurum diye düşündüm.
Kahvaltıdan sonra çantamı okuma kitaplarıyla ve atıştırmalık kuru yemiş, kuru meyvelerle doldurup sessiz, sakin, akşama kadar kitap okuyabileceğim ferah bir yere gitmeye karar verdim. Gideceğim yer yaklaşık yarım saat yürüme mesafesindeydi. Kısa bir mesafe değildi ama en azından gidip gelirken de günlük yürüyüşümü yapmış olurum diye düşündüm.
Yürürken gittikçe ağırlaştığını hissettiğim çantam,
okuyabilme potansiyelimden fazla kitap aldığımı söylüyordu. “O biterse buna
başlarım, şunu da ne zamandır merak ediyorum, belki bir bölüm de bundan
okurum…” diyerek çantamı gereksiz doldurmuştum anlaşılan.
Yolun çoğunu yürüdükten sonra telefonumdan bir bildirim sesi
geldi. Çıkarıp baktım. Elime almışken ona da bakayım şuna da derken telefona
bakarak yürümeye devam ettim. Bir yandan bu şekilde yürümenin anormalliğinin
farkındaydım, karşı yönden insanlar geliyordu ama onlar beni gördüğü için bu
şekilde yürümem engel teşkil etmiyordu. Gideceğim yere yaklaşmıştım. Birden
kafamı sertçe bir yere çarptım. O da ne? Ağaç mı, direk mi diye düşünürken yere
bakan gözlerimin bir çift ayakkabı görmesiyle bir insana çarptığımı anladım ama
bu daha tuhaftı. Kafamı kaldırıp “Hadi ben önüme bakmıyorum, sen nasıl bana
çarpıyorsun? Sen de mi önüne bakmıyorsun?” demek geçti içimden. Kafamı
kaldırmamla büyük bir şok yaşadım. Çarptığım kişinin gözünde güneş gözlüğü,
elinde bastonu vardı. Evet, görmeyen birine çarpmıştım!
“Genç kardeşim göremeyen benim, siz neden bana
çarpıyorsunuz? Yoksa siz de benim gibi kör müsünüz?” dedi adam bana. Hem de
bunu o kadar kibar, o kadar nazikçe, naifçe söyledi ki… Olayın şokuyla ne
yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım. Adam durmamış yoluna devam ediyordu.
Arkasından çok kez özür dileyebildim sadece. Boğazım düğümlendi, gözlerim doldu...
Adamın naif tutumu, benim kendime olan öfkemi daha da arttırmıştı. Şöyle güzelce bir kızıp azarlasaydı cezamı bir nebze çekmiş olacaktım sanki. Ya da kabaca "Kör müsün, önüne baksana!" diyebilirdi -ki dese de bence hakkıydı-. Ama yapmadı işte, beni vicdanımla baş başa bıraktı. Ben başta, kendim gören biri olarak, gören bir insanın bana çarptığını zannettiğimde bile daha çok öfkelenmiştim. Bir yandan anlayışsızlığıma kızıyordum, bir yandan yanlış olduğunu bildiğim halde telefona bakarak yürümeme kızıyordum, bir yandan da “Sen nasıl görmeyen birine çarparsın?” öfkesiyle doluyordum kendime.
Adamın naif tutumu, benim kendime olan öfkemi daha da arttırmıştı. Şöyle güzelce bir kızıp azarlasaydı cezamı bir nebze çekmiş olacaktım sanki. Ya da kabaca "Kör müsün, önüne baksana!" diyebilirdi -ki dese de bence hakkıydı-. Ama yapmadı işte, beni vicdanımla baş başa bıraktı. Ben başta, kendim gören biri olarak, gören bir insanın bana çarptığını zannettiğimde bile daha çok öfkelenmiştim. Bir yandan anlayışsızlığıma kızıyordum, bir yandan yanlış olduğunu bildiğim halde telefona bakarak yürümeme kızıyordum, bir yandan da “Sen nasıl görmeyen birine çarparsın?” öfkesiyle doluyordum kendime.
Onun bana çarpması gayet olağan, anlayışla
karşılanabilir bir şeydi ancak o halde bile adam açısından üzücü bir durumdu.
Ama benim ona çarpmamın izah edilebilir bir yanı olmadığı gibi adamla empati
kurunca çok daha üzücü bir durumdu. Kim bilir günde kaç tanesine rastlıyordu bu
ve benzeri olayların…
Tamamen görenler hesap edilerek kurulu şu dünya
düzeninde, onların işlerini zaten pek çok yerde kolaylaştırmıyorduk, bari en
azından zorlaştırmamalıydık! Öyle değil mi? Hatta duyarlı bir insan onların
yaşamını kolaylaştırabilmek için gayret etmeliydi! İç hesaplaşmalarım, kendimle
kavgalarım sırasında çoktan gideceğim yere varmıştım. Uzun süre boşluğa bakarak
düşündüm. Bir süre sonra kendime gelip bir kitabı açıp okumaya başladım ama
belki de kitaplardan edineceğim dersten daha büyük bir ders almıştım o gün. Ne
yazık ki acı bir tecrübe ile…
Yorumlar
Yorum Gönder