Adam mesai saatinin bitmesiyle koşar adımlarla işten çıktı.
Üzerinde, hem hafta sonunun gelişinin hem de bir haftalık yıllık izne
ayrılışının sevinci vardı. Aylar sonra ilk defa bir hafta boyunca sabah erken
kalkmak zorunda olmayacaktı. Alarmsız uyanmanın nasıl bir duygu olduğunu
unutmuştu. Otobüs durağına doğru hızlıca ilerlerken saatine baktı, otobüsünün
durağa gelmesine iki dakika kalmıştı. Koşup hemen bu otobüsü yakalamalıydı
yoksa bir sonraki otobüs yirmi dakika sonraydı ve çocuklarını izci kampına
götürmek için geç kalırdı.
Çocukların kampının, onun izin tarihine denk gelmesine
üzülmüştü. Tatilinde onlarla bol bol zaman geçirmek istiyordu ancak çocuklar bu
kamp için bir yıldır ısrar ediyorlardı ve bunu hak etmek için ellerinden geleni
yapmışlardı, onları kıramamıştı.
Otobüs durağına elli metre kala otobüsünün durakta olduğunu
ve kapıları kapatıp yol almaya başladığını gördü. Şoföre seslendi, otobüsün
arkasından koşarken bir yandan da el kol hareketleriyle şoförün kendisini fark
etmesi için uğraşıyordu. Yaklaşık yüz metre koştuktan sonra nihayet kendini
şoföre fark ettirebilmişti. Otobüs durdu. Toplu taşıma kartını bastıktan sonra
kalan bakiyesinin bir sonraki biniş için yeterli olmayacağını gördü. İneceği
yerde en yakın para yükleme noktasının neresi olduğunu düşündü. Bu sırada
dakikada yüz elliyi geçen kalp atışları hala normal hızına inememişti, soluk
alıp vermesi hala hızlı idi. Belli ki kalbinin ta dışarıdan duyulabilen ritmi
ona yetmiyordu, hızlıca telefonunu ve kulaklığını cebinden çıkarttı. “Acilen
müzik dinlemezse ölecek” hastalığına yakalanmış edasıyla kulaklığını alelacele
çözdü ve hemen kablonun bir ucunu telefonuna bir ucunu kulağına iliştirdi.
Aslında sabahtan beri gürültülü bir ortamda çalışıyordu, bu
saatten sonra beyninin biraz olsun sessizliğe ve dinlenmeye ihtiyacı vardı. Şu
durumda kulaklarını ve nöronlarını bir şarkıyla meşgul etmek iyi gelmezdi ama
yolculukta müzik dinlemezse ne yapacağını bilmiyordu. O yüzden sorgulamadan
devam etti. Şarkı listesinden birini başlatmak için telefon ekranını açmasıyla
eşinden gelen mesajı gördü. Şehir dışındaki bir yakının acilen hastaneye
kaldırıldığını ve onun da apar topar yanına gittiğini, kaç güne geri
dönebileceğinin ise belli olmadığını yazmıştı.
Nasıl yani doğru mu anlamıştı?
İzinde olduğu bir haftayı çocuklardan uzak geçirecek olmasına üzülürken eşi de
mi yanında olmayacaktı? Günlerce yapayalnız ne yapacaktı?
Otobüste, uzun zamandır vizyona girmesini beklediği, izlemek
için sabırsızlandığı filmin afişini gördü. Üç gün sonra vizyona giriyordu. İyi
bari arkadaşlarla bu filme gideriz, en azından bir günü böyle atlatırım diye
düşündü. En yakın arkadaşını arayacaktı ki resmi tatilde olmadıklarından
arkadaşının çalışmaya devam ettiğini, sadece kendisinin izinde olduğunu
hatırladı. Aramaktan vaz geçti. Film seçeneğini eledi. Sinemaya yalnız da
gidilmezdi ya.
Zaman zaman hafta sonları beraber balık tutmaya gittiği arkadaşı
aklına geldi. Ona ne zaman hadi balığa gidelim dese kesin gelirdi. Birileriyle
yapacak bir şey bulmuş olmanın sevinciyle telefonuna sarıldı. Ancak telefonun
diğer ucundaki arkadaşından gelen haberler de iyi değildi. Önceki hafta
arkadaşının olta seti kırılmıştı ve henüz yenisini almamıştı. Bu hafta ona
eşlik edemeyeceğini söyledi üzülerek. İşte şimdi gerçekten yapayalnız kalmıştı
adam. Tek başına nasıl, ne yaparak geçirecekti koca bir haftayı? Evet evet
başta yetmeyeceğini, çabucak geçeceğini sandığı kısacık gelen bir hafta bir
anda gözüne koskoca bir hafta olarak gözükmeye başlamıştı.
Çocukları kampa bırakıp eve geldikten sonra kapıyı açtı.
Derin bir sessizlik karşıladı onu. Hangi odaya gireceğine karar veremeden bir
süre koridorda öylece duvara baktı. Sessizlikten kaynaklı olsa gerek, çok net
duyduğu karın gurultuları ona bu kararında yardımcı olarak mutfağa gitmesi
gerektiğini söyledi.
Ne yemek yapacaktı şimdi? Yemek yapmasını biliyordu,
genelde eşiyle beraber yapıyorlardı ama o hiç ne yemek yapılacağına karar
vermemişti ki. Eşi menüyü, yapılacakları planlardı o da onun komutlarına
uyardı. “Ne zor işmiş her gün, bugün ne pişirsem diye düşünmek” diye geçirdi
içinden. En sonunda karar verdi ama neyi hangi sırayla yapması gerektiğini de
pek bilmiyordu. Mutfakta geçen önceki zamanlarını bir robota benzeterek güldü
kendine. Artık doğaçlama bir şeyler yapacaktı.
Soğan doğrayarak başladı
işe. Bu sırada, sabah patronunun haksız yere bir çalışma arkadaşına bağırıp
çağırdığı, başka bir şeye olan öfkesini durduk yere ondan çıkarttığı aklına
geldi. Yine sinirlendi. Zaten o adamın birisine bağırması için bir sebep gerekmiyordu. Sürekli herkese, her şeye bağırıyordu. Kimseyle normal bir
iletişimi yoktu. Acaba tüm patronlar, müdürler böyle miydi? Rütbe ile kibir mi
doğru orantılıydı yoksa olgunluk ile sakinlik mi? Hem yüksek rütbeli olup hem
de olgun bir karaktere sahip olup incitmeden, kırmadan, dökmeden, iyileştirerek,
güzelleştirerek bir yerleri yönetmek mümkün değil miydi?
Düşünce dünyasında
konu konuyu açıyordu, nöronları arasında tam da koyu bir sohbet kuruluyordu
derken “Amaan düşünme sen bunları boş ver.” dedi kendi kendine ve güzelim koyu
sohbeti baltaladı. Soğan doğramak mutfakta en sık yaptığı işti. Onun gözleri
eşininki kadar yanmıyordu, o yüzden görev paylaşımında o hep soğan doğramayı
seçiyordu. Bu işi artık korteksi ile düşünmeden, refleksif olarak omuriliği
kontrolünde yapıyordu. Bu tür derin düşüncelere, sorgulamalara da hep soğan
doğrarken dalıyordu, bunu şimdi fark etmişti. Bu ikisi arasında bir bağlantı
var mıydı acaba? Hiç düşünmemişti. Bir hayli uğraştıktan sonra -her gün tekrar
tekrar uğraşmamak için- ona uzun süre yetecek kadar yemek stoku yaptı.
Yemeğini yedi, bulaşıkları halletti sonra televizyon
karşısına geçti. O akşam izlediği hiçbir dizi yoktu. Yaklaşık bir buçuk
saat, her kanalda en fazla beş dakika durarak tüm kanalları üç tur gezdikten
sonra izleyecek bir şey olmadığına nihayet kanaat getirebildi. Zaten televizyonu
sırf boş vakitlerini dolduracak bir dolgu malzemesi olsun diye izliyordu ama bu
akşam dolgu malzemeliği yapabilecek kadar bile ilgisini çeken bir şey
olmamıştı. Televizyonu kapattı.
Uyku vakti gelmiştir herhalde diyerek diş
fırçalamak için banyoya yöneldi. Diş fırçalarken aynada kendine kızgın kızgın
baktığını fark etti. Neden kendine kızgındı, anlayamamıştı ama düşünmek de
istemedi. Yatağa gittiğinde saatin daha 10’a yaklaşmakta olduğunu gördü. 10’da
yattığı görülmüş şey değildi. Normalde çocuklarını bu saatte uykuya
gönderdiğinde “Daha çok erken değil mi babaa?” diye mızmızlanırlardı. Aman
neyse izindeyim, çalıştığım günlerde uyuyamadığım uykunun acısını çıkarmış
olurum diye düşündü. Aslında yapacak bir şey bulamamış olmanın verdiği can
sıkıntısıyla mecburen gittiği uykuyu gözüne güzel göstermeye çalışarak kendini
tatmin etmeye çalışıyordu ama bunu kendine de çaktırmamak niyetindeydi.
Gel gör ki fizyolojik olarak bu saatte uyumaya alışkın olmayan bedenini buna
ikna edemedi. Başı yastıkta, gözleri kapalıydı ama gözüne uyku girmedi. Aynada
kendine neden kızgın kızgın baktığını düşünmeye başladı. Kimeydi bu kızgınlığı?
Kendine mi, patronuna mı? Ayarlamaya çalıştığı aktivitelere eşlik etmeyen
arkadaşlarına mı? O akşam ona istediklerini sunmayan televizyona mı? Soğana mı?
Eşine, çocuklarına mı? Yok canım neler saçmalıyorum eşim ve çocuklarım ne alaka
şimdi? İyisi mi sen saçmalamaya başladın bir an önce uyusan iyi edersin dedi kendine.
Sabah iş yerinde arkadaşıyla olan diyaloğu aklına geldi.
Bir hafta içerisinde yetiştirmesi gereken bir iş vardı ve o yetiştirememişti.
Bu işin zamanında bitmesinin, iş yerinin genel işleyişini aksatmaması açısından
çok önemli olduğunu, neden zamanında bitiremediğini soran arkadaşına; aslında
kendisinin elinden geleni yaptığını fakat kendi kontrolü dışında gerçekleşen
birtakım sorunlar nedeniyle yetiştiremediğini söylemişti. Gerçek cidden bu
muydu bunu düşündü. Hayır değildi. Sıkı denetim altında çalışan bir pozisyonda
olmadığından bu işi savsaklamıştı. O zaman, bir süredir iş yerinde zincirleme
gerçekleşen aksaklıklar benim sorumsuzluğum yüzünden miydi? diye düşündü.
“Evet” cevabı ile yüzleşecek olmaktan korkmuş olsa gerek, hemen konuyu başka
yöne çekti.
Sabah arkadaşına yalan söylememiş miydi? Bu pembe bir yalan diye
düşündü. İyi de bu pembe bir yalansa neden gece vakti başını yastığa koyduğunda
aklına geliyordu? “Vicdanını rahatsız etmek” dedikleri bu olabilir miydi? Eğer
bu vicdanımı rahatsız ettiği için aklıma geldiyse; bu pembe bir yalan değildi,
yok eğer bu pembe bir yalansa pembe yalan dedikleri masum bir şey değildi. Sonra;
yalanların pembesi, turuncusu olur muydu bu aklına takıldı. “Pembe yalan”
kulağa masumane geliyordu ancak “yalan” kavramı ile “masum” kavramı aynı cümle
içinde bile sırıtıyordu. Pembe yalan tabiri, yanlışı akla uygunlaştırma
çabasından mı doğmuştu yoksa? Düşündü. Yalan kişinin gerçeği öğrenme hakkını
çalmaktı. O zaman yalan, bir nevi hırsızlıktır da denebilir miydi? Yok daha
neler! Küçük bir yalan söyledim diye durduk yere hırsız mı oldum şimdi dedi.
Vardığı noktadan hiç haz etmemişti, acilen uyumalıydı.
Son çareyi koyun saymakta aradı. Gerçekten işe yarıyor muydu
bu yöntem bilmiyordu ama deneyecekti. Saya saya 528. koyuna geldiğini fark
edince işe yaramadığını anladı. Neden koyun? şimdi de bunu düşünmeye başladı.
Artık daha fazla şey düşünmek istemiyordu ama başını yastığa koyduktan sonra
hemen uyumazsa buna engel olamadığını fark etti. Tam kafayı yemek üzereydi ki
film orada kesildi. Tabi filmin orada kesildiğini sabah kalkınca anladı.
Kalkar
kalkmaz saatine baktı. Öğlene kadar uyumuş olmayı umuyordu. Bu, işe gittiği
günlerdeki hayaliydi çünkü. Bugün hayalini gerçekleştirmek için mükemmel bir
fırsattı ama o da ne? Saat daha 07.00 idi. Yani her zamanki işe gitme saatinde
uyanmıştı ve gözünde zerre uyku kalmamıştı. Bu duruma öfkelendi ama neden
öfkelendiğini da tam olarak anlayamadı. Bu anlayamamazlığı onu daha çok
öfkelendirdi.
Sabahın 7’sinde ayağa dikilmişti ve her gün yapmaktan
hayıflandığı rutin işleri yapması gerekmiyordu. Çocukları okula bırakmayacaktı.
Ayak üstü alelacele kahvaltı adı altında ağzına hızlıca bir şeyler tıkıştırıp
evden hemen çıkmayacaktı. Otobüse yetişmesi gerekmiyordu. Asık suratlı, sürekli
bağıran patronunu bugün görmeyecekti. Akşama kadar çalışıp eve yorgun argın
dönmeyecekti…
Peki ama ne yapacaktı? İşte bu sorunun cevabını bilmiyordu. Tek
başınaydı, yapayalnızdı. “Tek başına” olmak ve “yalnız” olmak kavramlarını
düşündü. Aynı şeyler miydi? Kendisiyle baş başaydı, düşünceleriyle baş başaydı.
İşte bu durum onu fena halde korkuttu. Çünkü düşüncelerinin onu nereye
vardıracağından emin değildi. Gözleri bağlanmış bir şekilde tanımadığı bir
rehberin arkasına tutunmuş, bilmediği bir yolda yürüyeceği hissine benzetti
durumunu, ürktü. Şimdiye kadar hiç kendisiyle ve düşünceleriyle baş başa
kalmadığını fark etti. Yalnız kaldığı zamanlar nadir de olsa oluyordu ama o hep
kendini oyalayıp meşgul edecek şeyler buluyordu. Peki bunu neden yapıyordu.
Kendiyle baş başayken, düşünceleriyle baş başa kalmaktan mı korkuyordu? Onlarla
yüzleşme cesareti mi yoktu?
Yine derin sorgulamalar içine
girmişken bu sefer de kahvaltı bahanesiyle böldü kendi iç hesaplaşmasını.
Kahvaltı hazırlamak için mutfağa gitti, dolabı açtı. Dolapta kahvaltılık pek
bir şey kalmamıştı. Alışveriş yapmak için markete doğru yola çıktı. Hem belki yolda
tanıdık bir iki yüze rastlarım diye düşündü. Unuttuğu bir şey vardı. Saat daha
7 buçuğa geliyordu ve bugün hafta sonuydu. Bırakın tanıdık yüze rastlamayı,
marketlerin dükkanların bile hepsi henüz açılmış değildi. Hava buz gibiydi, sokaklar bomboştu.
Açık bulduğu bir marketten alışverişi yaptı.
Markete gelirken, her zaman
kullandığı ana caddeden gelmemişti. Pijamalı olduğundan, ara sokaklardan
geçerek gelmeyi tercih etmişti. Onu her gün takım elbiseli gören komşularının,
mahallelinin pijamalı görmesinden çekinmişti. Fakat sokaklarda bu saatte sadece
kediler ve köpekler vardı. Dönüşte ana caddeden gideyim, hem kültür merkezinin
önünden geçer tiyatro afişlerine bakarım diye düşündü.
Evlerine çok yakın olan
kültür merkezinde her ay tiyatro gösterileri oluyordu, işten vakit buldukça
çocukları tiyatro izlemeye getiriyordu. Kültür merkezinde her hafta düzenli
olarak eğitim, sağlık, kişisel gelişim, tarih gibi birçok farklı alanda
seminerler, konferanslar, söyleşiler de oluyordu. Eşi bu etkinliklere vakit
buldukça katılırdı. Hatta kendisinin de ona eşlik etmesini isterdi ama adama
göre bunlar “boş işler” idi, zaman kaybıydı. Kendisi hep dolu işlerle mi
uğraşıyordu, bunlara katılmayıp biriktirdiği zamanını daha verimli, daha önemli
hangi işlerle geçiriyordu? Onun mukayesesini yapmazdı ama kendince o “önemli
işler” adamıydı.
Etkinlik afişlerinin asılı olduğu panoya yaklaşınca tiyatro
afişlerinden önce dikkatini çeken başka bir afiş oldu. Bu bir seminer afişiydi.
Tarihi bugün, saati bu akşamdı. Konuşmacı Dr.Gamze Çifci idi. Afişin üzerinde
kocaman harflerle “Otofobi” yazıyordu. Otofobi mi? Bu terimi ilk defa duymuştu.
Hemen cebinden çıkardığı telefonuna “Otofobi nedir” yazıp arattı. Gözleri
kocaman açıldı. Karşısına çıkan tanım onu bir hayli şaşırtmıştı, böyle bir şey
beklemiyordu. Normalde olsa umursamaz geçerdi ama kendine itiraf etmeliydi ki
bu konu ilgisini çekmişti. Gelip gelmemek konusunda bir anlık kararsızlık yaşadı, bu
akşam için daha iyi bir planının olup olmadığını düşündü. Sonra dün akşamı
hatırladı ve gelmeye kesin karar kıldı. Hem bir umut belki seminerde bir iki
insanla karşılaşır sohbet ederdi, yoksa kimseyle konuşmaya konuşmaya kendi
sesini unutacaktı.
Sıkıntıdan zor güç akşamı etti.
Saat 7’de başlayacak olan seminere gitmek için 5’te hazırlanmaya başladı. Kültür
merkezi evine yürüyerek 10 dakikalık mesafedeydi ama yapacak başka bir işi de
yoktu. Eşi onun bugün bir seminere kendi rızasıyla katılacağını duysa
kulaklarına inanamazdı. Çünkü her seferinde ona beraber gitmeyi teklif ediyordu
ama daha hiç ikna edebilmiş değildi. Hayat işte, daha geçen arkasından atıp
tuttuğu seminerlere şimdi kendi isteyerek hem de saatler öncesinden gidiyordu.
Büyük konuşmamakla ilgili olan atasözü aklına geldi, gülümsedi. Uzun bir bekleyişin ardından nihayet saat geldi. Konuşma
başladı. Konuşmacı otofobinin tanımından bahsederek başladı söze:
Otofobi, tek başına vakit geçirme
düşüncesi ve deneyimi tarafından tetiklenen bir yalnızlık korkusudur. Bunun,
birbirinden tamamen bağımsız olmayan birkaç farklı sebebi olabilir.
Bunlardan birisi; insanların
alacakları kararlarının, seçimlerinin sorumluluğunu tek başına üstlenmek
istememesidir. Her seçim berberinde sorumluluğu da getirir ve tek başına bir
seçim yapmak bir risk almaktır. Seçimimizin sonucu iyi sonuçlanırsa ne mutlu.
Ancak kötü sonuçlanacak olursa bir suç ortağının varlığı insana kendisini daha
az suçlu hissettirecektir. Çünkü o yanlışı tek yapan kendisi değildir.
Yanındaki de aynı yanlışı yapmıştır. Sürü psikolojisinin burada katkısı
büyüktür. Bu, kendi başına özgün bir birey olabilecek kadar olgunlaşmamış;
kendine, aklına, iradesine, kararlarına, seçimlerine güvenmeyen ve yanlış
seçimlerinin bedelini ödemekten korkan insanlarda görülür.
Bir diğer neden ise insanın kendisiyle
ve düşünceleriyle baş başa kalmaktan korkmasıdır. Ciddi anlamda insanların en
korktuğu şeylerden biri kendileriyle, düşünceleriyle baş başa kalmaktır. O
yüzden insanlar sürekli kendilerini bir uyarana ya da ikinci şahıslara maruz
bırakmaktadırlar. Koloni halinde gezerler. Koloni halinde yiyip içerler, koloni
halinde film izlerler, eğlenirler çünkü kendileriyle baş başa kalmaktan korkmaktadırlar.
Bir birey olabilme cesareti gösteremeyen insanlarda, kendi başına vakit geçirme
fikri ve deneyimi ciddi kaygıya neden olur.
Adam duydukları karşısında çok
şaşırmış ve irkilmişti. Konuşmacı adeta benden bahsediyor ama bu kadar tesadüf
de olur mu? diye hayretle geçirdi içinden. Böyle tesadüfleri bir tek filmlerde
görüyordu. Zaten onları izlerken de “Böyle tesadüfler ancak filmlerde olur.”
diyordu. Bir başkası anlatsa zor inanırdı ama bu bir film değildi ve bizzat
kendisi yaşıyordu. Dinlemeye devam etti.
İnsanların birçoğu yolculuğa
başlar başlamaz, adeta yaşam destek ünitesine bağlanma telaşıyla kulaklıklarını
çıkarıp telefonlarına bağlanırlar, yolculuk boyu müzik dinleyip sosyal medyada
takılırlar. Evde yalnızken de televizyon izlerler çünkü kendileriyle baş
başayken de düşünceleriyle baş başa kalmaktan korkarlar.
Düşüncelerinin onları alıp
götüreceği yerden kuşku duyarlar. Sorgulamaktan, aklı işletmekten, sorularına
cevap bulamamaktan ya da uygunsuz cevaplar bulmaktan, kendilerine itiraf
edemeyecekleri gerçeklerle karşılaşmaktan korkarlar.
Adam anlatılanlarda kendisini
bulmuştu bulmasına ama konuşmacının direkt kendisini eleştirdiğini hissetmişti
sanki ve konuşmacıya içten içe sinir olmuştu. Anlatılanları yanlışlayamıyordu
ama doğru olduğunu kabullenmek de ağırına gidiyordu. Sonra düşündü, bu insanı
ilk defa görüyordu, daha önceden tanışmıyorlardı. Neden beni eleştirsin? Genel
bir durumdan bahsediyor ve gözlemlerini, deneyimlerini aktarıyor diye düşündü.
Tekrar dinlemeye devam etti.
Zihninizde konu konuyu açacak
şekilde, sizi A noktasından alıp B noktasına götürecek şekilde, gerçek anlamda
düşünebilmek ve beyin fırtınaları yapabilmek için ne gerekiyor biliyor musunuz?
Yalnızlık, niyet ve cesaret.
Yalnızlık neden önemlidir?
Yalnızlıktan kasıt asosyal bir
hayat sürerek toplumdan izole bir şekilde yaşamak değildir. Kast edilen insanın
kendi kendiyle baş başa kalabileceği zamanlar oluşturmasıdır. Tek başına
kalacağı anlardan korku duymaması, bu anları fırsata çevirebilmeyi
öğrenmesidir. Nedeni ise şu: Dış dünya ve ikinci şahıslarla sürekli meşgul olan
zihinde gündelik işlerin telaşı olur. Akşama ne yemek yapacağını düşünür, yaptığı
yemeğin hoşa gidip gitmeyeceğini düşünür, çocukları okuldan kaçta alacağını
düşünür, çocukların ödevlerini yapıp yapmadıklarını düşünür, arkadaşıyla kaçta
buluşacağını düşünür, iş yerinde yetiştirmesi gereken işleri düşünür, tatile ne
zaman çıkacağını düşünür, düşünür de düşünür… Ancak bunlar felsefik düşünüşler
değildir, bunlar gündelik işlerin beyni meşgul etmesidir.
Beyin fırtınaları yapabilmek
içinse berrak bir frontal korteks gerekir. Gündelik işlerin, rutinlerin sürekli
meşgul etmemesi gerekir. Odaklanabilmek gerekir, korteksiniz o an o iş için
ayrılmış, hazır ve nazır beklemelidir, o konuya yoğunlaşmalıdır.
Benim en sık derin düşüncelere
daldığım vakit ne zaman mı dersiniz? Süpürge yaparken 😊
Adam duraksadı. Hemen aklına
kendi soğan doğrayışı geldi. Kendisinin soğan doğrarken düşüncelere daldığını
dün fark etmişti ama bunu tam olarak temellendirememiş, niyesini anlayamamıştı.
Konuşmanın devamını az çok tahmin edebilmeye başladı. Hem bu tahmin ediş hem de
konuşmacıyla ortak bir noktalarının olması onu mutlu etmişti. Konuşmacı
sözlerine devam etti.
En büyük fikirlerimin sürekli
süpürge yaparken aklıma geliyor oluşu tesadüf olamayacak kadar sıklaşınca bunun nedeni üzerine düşünmeye başladım. Süpürge yapmak evde en sık yaptığım işlerden olduğundan artık bu işin beynimin korteksini meşgul etmeyen, omurilik kontrolünde gerçekleşen
refleksif bir hale dönüşmüş olduğunu fark ettim. Bu eylem esnasında korteksim
boşa çıkıyor ve “Evet şimdi müsaitim” diyordu. Aynı denk gelişin diğer omuriliğe aktardığım eylemler esnasında da yaşandığının farkına vardım. Ancak burada bir ayrıntı var: “Süpürge yaparken
kendi kendime şarkı söylemediğim zamanlarda” bu oluyordu. Şarkı söylemek de korteksi bir hayli meşgul ettiğinden ortalıkta düşünce, fikir falan kalmıyordu😊
Peki örneğin sosyal medyada
gezinirken de bu beyin fırtınaları olabilir mi? Ne yazık ki olamaz. Çünkü
beynimiz o sırada gerekli/gereksiz birçok yeni uyarana maruz kalıyor. Gezindiğiniz
mecraya göre bir sürü farklı konum, kişi, görsel ayrıntı kayıtları yapıyor;
yeni fikirler duyuyorsa bunları analiz ve sentez etmekle uğraşıyor. Ve biz çoğu
zaman bunu bir kaçış yöntemi olarak kullanıyoruz maalesef.
(Kamu spotu 1: Ev temizliğiniz ve
zihin sağlığınız için bol bol süpürge yapın 😊 )
(Kamu spotu 2: Bilen bilir,
süpürge yaparken kendi kendine şarkı söylemek çok zevklidir (ta ki süpürgeyi
kapatıncaya kadar) ama siz beyninizin sesini dinleyin.)
(Kamu spotu 3: Sosyal medya,
güvenlik aralığı dar olan bir ilaç gibidir. Güvenli doz ve toksik dozu
birbirine yakındır. Antidotu yoktur, zehirlenmemeye bakın.)
Konuşma tam da adamın tahmin
ettiği şekilde ilerliyordu. Adam kendini düşündü. Kendi beyninin de gün boyu sürekli
bir şeylerle -çocukların kampından, otobüs kartına nereden para yükleyeceğine
kadar türlü gündelik işleri düşünmekle- meşgul olduğunu fark etti. Soğan
doğramak ise onun korteksinin “İşte şimdi müsaitim.” dediği anıydı. Bu fark
ediş onu hem sevindirmiş hem de üzmüştü. Üzüldüğü nokta şuydu: Düşünmek için
fırsat kollayan beynine o kadar müsaade etmiyordu ki beyni ancak soğan doğramak
gibi alelade bir zamanda, kısa süreli bir aralık bulabiliyordu kendine. Adam
bir yandan düşünüyor bir yandan da dinlemeye devam ediyordu.
Filozofların genelde karnı tok
sırtı pek insanlardan çıkması tesadüf değildir. Maslow’un ihtiyaçlar
hiyerarşisi piramidinin tabanında fizyolojik ihtiyaçlar yer alır. “Felsefe,
karnı tok insan işidir.” sözü %100 haklı olmasa da büyük oranda haklı bir
sözdür. Karnı aç insanın ontolojik, epistemolojik, etik sorgulamalar yapması
beklenemez. Ne yiyebileceğini, nereden, nasıl karnını doyurabileceğini
düşünmekle meşguldür onun zihni. Belki neden aç olduğunu sorgulayabilir ancak bunun
için vakti ve enerjisi kısıtlıdır çünkü kalkıp temel ihtiyaçlarını karşılama
sorununu çözmek için çaba harcamalıdır, beynini bu sorunla meşgul etmelidir.
Piramidin ikinci katında ise
güvenlik ihtiyacı yer alır. Güvende olmayan insan her an nereden, ne şekilde
tehlikelere maruz kalabileceğini düşünür. Kendini savunmakla, bunun için plan
ve strateji geliştirmekle meşguldür onun zihni. “Önce can” prensibi
işlediğinden canı tehdit altında olan biri de felsefik sorgulamalara kolay
kolay dalamaz.
Başka bir örneği de tarihten
vereyim. İngilizler Hindistan’ı işgal ettikleri yıllarda Hintli öğrencilere
logaritma cetvelini ezberletiyorlardı. Hepimizin bildiği gibi logaritma cetveli,
belli bir mantık silsilesi içinde sıralanmış bir sayı cetveli değildir.
Gerektiği zaman açar bakar kullanırsınız, ulaşmak da zor değildir. Peki
ezberlenmesi pek de mümkün olmadığı halde Hintli çocukların beyinlerini bu
gereksiz bilgiyle neden dolduruyorlardı dersiniz? O körpe beyinler, berrak
zihinler başka şeyle meşgul olamasın; işgal altındayız, sömürülüyoruz, haklarımız
elimizden alınıyor, adalet ayaklar altına alınıyor gibi zararlı (!) şeyler
düşünemesinler, sorgulayamasınlar, beyinleri uyuşturulsun diye!
Niyet ve cesaret neden önemlidir?
Niyet ve cesaret önemlidir çünkü
siz kendinizle baş başa kalmak niyetinde olmasanız dahi buna mecbur kaldığınız
zamanlar olabilir ancak niyetiniz düşüncelerinizle haşır neşir olmak değilse ya
da bu iş için yeterince cesaretiniz yoksa, bir şekilde kendinizi bundan
koruyarak dış dünyayla ve birçok uyaranla meşgul edersiniz.
Bu konu, birkaç yıldır
gözlemlediğim ve zihnimi meşgul eden bir konuydu. Geçen ay okuduğum “Bir Ömür
Nasıl Yaşanır” adlı kitapta İlber Ortaylı’nın bazı cümleleri de benim
tespitlerimi doğrular nitelikteydi. Konuşmamı o kitaptan satırlarla bitiriyor,
sizlere bol düşünceli/düşünmeli günler diliyorum.
Diyerek konuşmacı çantasından
çıkardığı kitabını açtı ve kitaptan şu satırları okuyarak konuşmasını
tamamladı:
“Seyahatte, kafanı boşaltmışken iyi
düşünürsün; bir yerden bir yere giderken iyi düşünürsün; yürürken, yemek yerken
iyi düşünürsün. Tuvalette bile düşünürsün yahu! Ama iyi düşünmek için esasen
yalnız kalmak gerekir. Bu temel şarttır, yalnız kalmayı bilmek gerekir. Yalnız
kalmayı bilmeyen milletlerden iyi bir düşünür çıkmaz.
Maalesef biz Türklerin böyle bir
kabiliyeti yok, bu yüzden de bizden iyi düşünür pek çıkmıyor. Türk yalnız
kalamaz, milletimizde böyle bir huy yoktur. Beraber ders çalışır, beraber yazı
yazar, beraber gezmeye gider, beraber aylaklık eder. Türkler yalnız kalmayı
bilmez, sevmez. Yalnız olmamanın getirdiği garantiye, yani tehlikelerden uzak
yaşamanın konforuna güvenir. Ama işte bu garanti de yaratıcılığı sakatlar, iş
çıkarma kabiliyetini azaltır.”
“Biliyor musun, insan en güzel
trende düşünür. Bir konu kafanı kurcalıyorsa; yazmak, anlatmak istediğin
şeyleri kafanda sıralamak istiyorsan, hatta yeniden kurmak istiyorsan, bir tren
yolculuğuna çıkmalısın. İyisi mi, sen al o bileti!”
Yorumlar
Yorum Gönder