Geçenlerde, İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erbuğ Keskin’in bir paylaşımına rastladım.
"Hekimlik Çok Değişiyor" başlığıyla yaşadığı bir hadiseyi
anlatıyordu. Haklıydı, hekimlik gerçekten de çok değişiyordu ancak -bu olayın
da içinde barındırdığı gibi- aynı hızda değişen bir şey daha vardı: Anne-babalık.
"Diğer hocalar da aynı şeyi söyledi ama biz eşimle erken yaşta yapılmasına karar verdik."
"Siz bilirsiniz o zaman kendiniz yapacaksınız mecbur... Yardırın gitsin.” dedim sesimin tonunu kontrol edemeden...
Son dönemlerde modern anne-baba olmaya çalışarak çocuk
büyüten ebeveynlerde bir bocalamanın hâkim olduğunu gözlemliyorum.
(Erbuğ hocanın anısına geçmeden lafı daha fazla uzatmamak adına kendi
yorumumu sonda belirteceğim. Hemen o hadiseye geçiyorum.)
HEKİMLİK
ÇOK DEĞİŞİYOR...
"Önce Allah’a sonra sana emanet doktorum” dan, bizimle
cerrahi teknik tartışan Google anne babalarına geldik...
Geçen hafta odama genç bir çift geldi yanlarında 3-4
yaşlarında bir çocuk. "Sizi uzun süredir severek takip ediyoruz. Bir şey
danışacaktık" dedi kadın.
"Odamda muayene edemiyorum. Polikliniğe inerseniz orada
görürüz."
Sosyokültürel üst sınıftan oldukları belli bir aile...
"Yok muayene için değil hocam." dedi baba. "Zaten
oğlumuz bugün muayene olmayı onaylamadı.”
Bu arada onay merci çocuk odama dalmıştı bile. Ne varsa
karıştırıyor, kitapları yere atıyor… Anne çok anlayışlı bir sesle "Mertcim
naapmıyoruz? (ismi değiştirdim tabii ki) Bize ait olmayan eşyaları
karıştırmıyoruz.”
Çocuk terminatör gibi odayı yok etmeye devam ediyor. Annenin
sesi hiç değişmiyor "Ama seninle bunu konuşmuştuk.”
Sinirlerim giderek geriliyor. Bir an önce kurtulmak için
"Evet ne danışacaktınız?” dedim. Baba "Hocam pipi eğriliği tedavisi
ile ilgili görüşünüzü merak ediyoruz onun için geldik.” Çantasından bir sürü
renkli print (çıktı) çıkardı başladı bana ameliyatların birbirine üstün
taraflarını anlatmaya... Ama anlattıkları internetten alınmış deli saçması
şeyler.
"Beni eğitmeye mi geldiniz buraya kadar? Zahmet
etmişsiniz.” Diyecektim. Sustum. "Buyrun ne soracaksınız?” "Hocam
sizden önce şu doktorlara da danıştık” diye en yetkin birkaç meslektaşımın
adını saydı...
Ama adamlar acayip ego kasıyorlar. Kullandıkları jargona
öğrencilerimden alışkın olmasam ne dediklerini anlamayacağım. "Tabii biz
şok" falan gibi şeyler de sıkıştırıyorlar araya. "Sonuç olarak hocam
biz eşimle iki teknik arasında gidip geliyoruz...” Güleceğim, gülemiyorum.
Sinirden dudaklarımı ısırıyorum. "Aslında ben birisine bir tık daha
yakınım.”
"Ve bu ameliyatı yapabileceğiniz bir ameliyathane
arıyorsunuz öyle mi?” Anne gülerek bana baktı: "Hocam siz de bizi
trollüyorsunuz.”
"Bakın” dedim. "Bu ameliyat 6 yaşından önce
yapılmaz."
"Diğer hocalar da aynı şeyi söyledi ama biz eşimle erken yaşta yapılmasına karar verdik."
"Siz bilirsiniz o zaman kendiniz yapacaksınız mecbur... Yardırın gitsin.” dedim sesimin tonunu kontrol edemeden...
Uzaklaşırlarken kadın kocasına "Niye yükseldi ki birden
bu hoca?" diyordu...
Erbuğ hocanın yukarıda anlattığı olay trajikomik bir hadise
ve bence irdelenmesi gereken iki ayrı önemli noktası var.
1. DEĞİŞEN
HEKİMLİK/HASTALIK
Bundan iki önceki neslin hekimlere sonsuz güven ve
teslimiyeti söz konusuydu. Şimdi ise durum bundan biraz farklı. Eskiden olan bu
teslimiyetin altında yatan sebepler düşünüldüğünde; bilgiye ulaşımın zorluğu,
eğitim seviyesinin düşüklüğü ve beraberinde getirdiği cehalet… gibi nedenler
sıralanabilir. Günümüz internet çağı ile kıyaslandığında eskiden bilgiye ulaşım
gerçekten de zordu. Bilgiye ulaşmak için kitaplar, ansiklopediler karıştırmak
(tabi bulunabilirse) lazımdı. Ne arayacağını ve aradığını nerede bulacağını
bilmek, hadi buldun diyelim o kitapların dilinden anlayabilmek için de belli
bir bilgi birikimi gerekirdi. Hekimler gerekli eğitimleri almış, ciltler dolusu
kitapları yalayıp yutmuş kişiler olduklarından onlara mecburi bir güven söz
konusuydu, zaten insanların bundan başka şansları da yoktu.
Şimdi ise bilgiye ulaşım çok kolay. Hem de çok. Hepimiz
ceplerimizde saniyeler içerisinde istediğimiz bilgiye ulaşabileceğimiz arama
motorları ile dolaşıyoruz. Ben onların dilinden anlamam diyenlerin bile mutlaka
çocukları, torunları anlıyor. Ulaşmak için büyük emekler sarf edilmeyen, kolay
elde edilen bilginin değersizleşmesini saymazsak bu mükemmel bir şey. Nitekim
avantajlarının yanında, bu küçük bir dezavantaj kalıyor. Ancak bir de şu var
ki, artık doğru bilgiye olduğu gibi yanlış bilgiye de ulaşım çok kolay. Ve bu
büyük bilgi havuzunda sapla saman birbirine karışmış durumda.
Karnınız ağrıyor diyelim. Hemen Google’a “Karın ağrısının
sebepleri nelerdir” yazıyorsunuz. Ve karşınıza sayamayacağınız kadar sayfa, o
sayfaların içerisinde okuyup da bitiremeyeceğiniz kadar bilgi çıkıyor. Peki kim
dolduruyor bu içerikleri? Doktorlar mı, sağlık konusunda biraz bilgisi olup
Pub-Med’den birkaç yayın okuyan biri mi, kronik olarak sürekli karnı ağrıyan
birisi mi, karnı bir defa ağrıyan birisi mi, bu hastaların yakınları mı yoksa
herhangi bir tecrübesi ve bu konuda bir bilgisi olmayan ama tahminleri olan
birisi mi? Cevap ne biliyor musunuz? Hepsi. O içerikleri saydığım bu kişiler ve
sayamadığım nice ihtimallerdeki kişiler doldurabilir. Şu an istesem ben de bir
internet sitesi kurup “karın ağrısının sebepleri” başlıklı bir yazı
oluşturabilirim. Ve sizin kendinize kanser teşhisi koymanıza, büyütecek hiçbir
şeyiniz yokken kendinizi buna inandırmanıza sebep olabilirim. Çok acı ama bunu
yeterli bilgi birikimim ve deneyimim olmadan yapabilirim. Evet belki
kansersinizdir ya da belki de sadece basit bir gaz sancısı çekiyorsunuzdur.
Ancak sorun şurada ki doktor dahi olsanız, internetten kendisine kanser teşhisi
koymuş birisini sadece basit bir gaz sancısı olduğuna inandırmanız çok zordur.
Siz teşhisinizi koyduktan ve tedavi yönteminizi uygulamaya başladıktan sonra, o
anki durum için gerek duymadığınız bir sürü gereksiz tetkik ve tahlili uygulamadığınızda
“ilgisiz, sorumsuz doktor” olarak yaftalanmanız büyük bir olasılıktır.
Gerçekten ilgisiz, sorumsuz doktorlar yok mudur peki? Her meslekte, her alanda
olduğu gibi tabii ki vardır. İşini özveri ile yapmayan, işine gerekli ve
yeterli özeni göstermeyen, ilgisiz, sorumsuz insanlar her alanda varlar ne
yazık ki. Hal böyleyken doktorlar içerisinde de olmaması tuhaf olurdu zaten.
Doktorlar hata yapmaz mı, kusurları olmaz mı? Tabii ki olur, oluyor da.
Bunların ne kadarı önlenebilir, ne kadarı önlenemez, ne kadarı kendi
ihmallerinden kaynaklanıyor bilmiyorum ancak şu bir gerçek ki tıp konusunda
halen en kapsamlı bilgiye onlar sahipler, onlar bunun eğitiminden geçiyorlar.
Beni biraz tanıyorsanız bilirsiniz ki kimseye sorgusuz sualsiz tam teslimiyetin
doğru olmadığını düşünen biriyim. Bu düşüncem doktorlar için de geçerli. Ancak
hastanelerde ya da başka ortamlarda herkesin doktorculuk oynaması, yukarıda
anlatılan olayda olduğu gibi olaylara işin içinden çıkılmaz bir hal aldırıyor,
durumu zorlaştırıyor ve trajikomik diyaloglara sebep olabiliyor.
2. DEĞİŞEN
ANNE – BABALIK
Ve sıra geldi günümüz ebeveynliğine. Eğer farkındalıklı bir
gözlemciyseniz, anne-baba tutumlarında, ebeveyn-çocuk ilişkilerinde de bir iki
nesil önceye nazaran çok büyük değişimlerin olduğunu fark etmişsinizdir. Yeni
çocuk sahibi olmuş günümüz anne babalarında bir “modern anne-baba” olma çabası
hâkim. Çocuğuna kızmayan, bağırmayan, şiddet uygulamayan, çocuğunu türlü
eğlencelerden ve türlü dünya nimetlerinden mahrum bırakmayan, onu en proteinli en
vitaminli besinlerle besleyen, başkalarında olup da benim çocuğumda olmayan
yani çocuğumun özeneceği bir şey kalmasın diye kabul edilebilir veya absürt
fark etmeksizin çocuğun her istediğini yerine getiren, çocuğunun tüm
gereksinimlerini eksiksiz tamamlamaya çalışan, “benim çocuğum da fikirleri olan
özgün bir birey” diyerek çocukların gerekli/gereksiz her konuda fikirlerini alan
modern anne babalar…
Fark ettiniz mi artık çocukların büyük çoğunda kronikleşmiş
bir hastalık yaygın: “Şımarık çocuk sendromu”
Sizce yukarıda bahsettiğim anne babaların tutum
değişikleriyle çocuklardaki bu değişim arasında bir ilişki var mıdır? Arada bir
ilişki olmasını bırakın bence birincisi, ikincisinin doğrudan sebebidir. Birkaç
konu başlığı altında ne demeye çalıştığımı açıklayayım.
• Çocuğun Her
İstediğini Alma
Yokluğu tatmış, isteklerini ertelemek zorunda kalmış ya da
çocukken elde edemediği istekleri içinde ukde kalmış anne babalar genellikle
“Benim olmadı çocuğumun olsun, ben yiyemedim çocuğum yesin, ben yaşayamadım
çocuğum yaşasın, ben mutlu olamadım çocuğum olsun!” anlayışıyla hareket ediyorlar ve
ellerindeki tüm imkanları bu uğurda seferber ediyorlar. Çocuklarına her
istediği oyuncağı, en güzel kıyafetleri alıyor, gezdirilebilecek en güzel
yerleri gezdiriyor, en sevdiği yiyecekleri alıyorlar. “Yeter ki o mutlu olsun,
onun içinde ukde kalmasın” diye. Ne kadar alırsam, ne kadar isteğini yerine
getirirsem çocuğum o kadar mutlu olur sanıyorlar. Hatta bir yerden sonra yaşama
amaçları “çocuklarını mutlu etmek” oluyor.
Fakat bu tür ebeveynlerden şuna benzer yakınmaları çok sık duyuyoruz: “Bir türlü mutlu olmuyor, hep mutsuz, hep aksi, hep şımarık, hep mızmız. Halbuki her istediğini alıyoruz, her dediğini yapıyoruz, bütün imkanlara sahip. Daha ne istiyor?! Bizim çocukluğumuzda bu imkanların, bu nimetlerin binde biri yoktu ama biz böyle yapmıyorduk.”
Fakat bu tür ebeveynlerden şuna benzer yakınmaları çok sık duyuyoruz: “Bir türlü mutlu olmuyor, hep mutsuz, hep aksi, hep şımarık, hep mızmız. Halbuki her istediğini alıyoruz, her dediğini yapıyoruz, bütün imkanlara sahip. Daha ne istiyor?! Bizim çocukluğumuzda bu imkanların, bu nimetlerin binde biri yoktu ama biz böyle yapmıyorduk.”
Bu yakınmada ilk cümledeki sorunun kaynağı bir sonraki
cümlede apaçık belli oysaki… Hep mutsuzlar çünkü sürekli mutlu edilmeye
çalışılıyorlar, hep mutsuzlar çünkü her istediklerini elde edebiliyorlar.
Hayalini kurduğu, ulaşmaya çabaladığı bir isteği olmayan çocukları nasıl mutlu
edebilirsiniz ki? Bu tür ebeveynler adeta çocukların hayallerini çalıyorlar,
onları sürekli mutlu etmeye çalışarak ve hayalsiz bırakarak, çocukların küçük
şeylerle mutlu olmayı öğrenmelerine engel oluyorlar. Bu çocuklar bir yerden
sonra büyük şeylerle de mutlu olmuyor ve doyumsuzlaşıyorlar. Ebeveynler hem
kendileri psikolojik olarak, madden ve manen tükeniyorlar hem de bütün
imkanlara, bütün nimetlere sahip ama mutlu olmayan küçük insancıklar oluşturuyorlar.
Biz çocukken (cümleye böyle başlamak yaşı çok olmayan ben için gerçekten tuhaf
ama geçen birkaç yılda değişim öyle büyük ki rahatlıkla bu ifadeyi
kullanabiliyorum) kardeşimle hayallerimiz, isteklerimiz olurdu. Bu
isteklerimizi anne babamıza söylediğimizde nadiren hemen yerine geldiğini
hatırlıyorum. Bize ya isteğimizin makul olmadığını anlatırlar, makulse
gerçekleşmesi için şartları, yapmamız gerekenleri söylerlerdi ya da onu almak
için yeterli parayı biriktirip biriktirmediğimizi sorarlardı. Biz, insanlık
için küçük ama kendimiz için büyük çabalar sonucunda o isteğimize ya
gayretimizle ya da kendi biriktirdiğimiz para ile ulaşır ve “gerçekten mutlu”
olurduk. Bu mutluluk uzun sürerdi. Ulaştığımız şey bizim için “değerli” olurdu.
İstediğimiz şey oyuncaksa ona gözümüz gibi bakardık, bozulursa tamir etmek için
uğraşırdık. (Bu yüzden kardeşimle çocukluk oyuncaklarımızın çoğu halen evimizde
durur😊) Yenisini
veya bir benzerini elde etmek kolay değildi çünkü.
Kardeşimle patenimiz
olmasını çok istemiştik mesela. Israrlarımız ve büyük çabalarımız sonucu alındı
ve biz günlerce üzerinden inmedik. Çok düştük, çok yerimiz acıdı, kanadı ama
ağlamadık çünkü onun verdiği sevinç acısını bastırıyordu. Hem biz istemiştik,
kime ne diye dert yanabilirdik ki? 😊
Tekeri bozuldu, değiştirdik;
bazı yerleri söküldü, diktik…
Şimdi bakıyorum çocuklara, ısrarla aldırdığı oyuncaktan kısa
bir süre sonra hevesi geçiyor. Biraz oynuyor sonra kenara atıyor. Oyuncak
kırılsa bozulsa umurunda olmuyor, biraz umursayan yenisini aldırmak için ısrar
etmeye başlıyor. Kolayca elde ettikleri istekleri “değerli, kıymetli” olmuyor. Bu
elde ediş onları “mutlu” da etmiyor.
• Yemek
Yedirme Mevzusu
Bildiğimiz üzere beslenmek, tüm canlıların ortak özelliği
olan bir gereksinimdir. Beslenmeye ihtiyaç duyan bir bedende “acıkma hissi”
oluşur. Sinir ve hormon sistemimizin bir parçası olan “hipotalamus” bu acıkma
sinyallerini beynimize iletir ve açlık hormonu olan “ghrelin” in salınmasıyla
biz acıktığımızı hissederiz.
Doğada; acıktığını hisseden bir aslan avlanmaya çıkar, acıktığını
hisseden bir inek otlanır, acıktığını hisseden yetişkin bir insan yemek yapar
veya karnını doyurabileceği bir yer arar, acıktığını hisseden bir çocuk… Durun,
o da ne? Acıktığını hisseden bir çocuk mu? Yeni nesil annelerin büyük
çoğunluğuna göre çocuklarının hipotalamusu görevini yerine getirmemektedir,
çocuklar açlıklarını – tokluklarını bilmezler(!). Dolayısıyla anneler
çocuklarının hipotalamusu olmaya soyunurlar. Çocuk acıktığını belirtmeden,
yemek yemek istediğini söylemeden bir şeyler yedirmeye içirmeye zorlarlar. “Acıktı
ya ondan huysuzlandı.” “Şu iki kaşığı da yese karnı doyacak ama yemiyor.” Çocuklarının
açlık tokluklarıyla ilgili bir sürü tahminler yürütür ve bu tahminleri
doğrultusunda önlerine koca bir tabak koyup bitirmeye zorlarlar ya da ellerinde
tabak çocuğun peşinde dolanırlar. Yemek yemeleri için çocuklarına adeta
yalvarırlar. “Hadi n’olur şu bir kaşığı da ye, bak bu son.” Çocuk yemek diye
annenin peşinde koşması, anneye yalvarması gerekirken...
En nihayetinde yemek
yemek, tokluk hissi haz veren bir histir, mutlu eder. Vücut bedenen de ruhen de
doygunluk hisseder. Acıkan bir çocuğun anneden yemek istemesinden, anneye yemek
diye yalvarmasından daha doğal bir şey yok iken çoğu annenin ortak şikayetidir:
“Bizim çocuk iştahsız, yemiyor.”
Kendi çocukluğunuzu hatırlayın. Etrafınızda
kaç tane iştahsız çocuk vardı? Kaç anne elinde yemek çocuğunun peşinden
koşuyordu? Eğer 30-40 yaşın üzerindeyseniz iştahsız çocuk hatırlamanız pek
muhtemel değildir. (Varsa da o çocukların biyolojik bir rahatsızlığı vardır, o
yüzden yiyemiyordur.) Neden mi? Ekonomik düzeyi çok iyi olmayan eski kalabalık
aileleri düşünelim. Anneler çocuklarına yemeleri için yalvarmazdı, çocuklara canları
her istediğinde ekstradan sofra hazırlanmazdı. Ailenin ortak öğün saatinde
herkes yiyeceğini yer, yemeyen de bir sonraki öğün saatine kadar aç kalırdı. Az
yediği için bu şekilde erkenden acıkan biri de sonraki öğünde aynı hataya düşmeyip
iştahla yerdi muhtemelen. Anneler çocukları bir öğün atlayınca ya da biraz acıktım
deyince “evladım açlıktan ölecek, bir deri bir kemik kalacak, yok olup
buharlaşacak” muamelesi yapmazdı.
Peki ne oldu da birden “iştahsız çocuklar”
türedi? Bu değişen anne tutumlarıyla çocukların iştah durumu arasında da bir
ilişki var mıdır dersiniz? Gözlemlerimce iştahsız çocuklar; yemek yedirmek için
çocuklarının peşine koşan, öğün saatini beklemeyip her daim çocuğun ağzına bir
şeyler tıkıştırıp çocukların “açlık hissi” yaşamasını önleyen, hatta çocuklara
açlık nedir unutturan bu annelerin başarısıdır. Size sürekli baskı ile
yaptırılan şey, en sevdiğiniz şey de olsa bir yerden sonra nefret etmeye başladığınız
şey oluyor çünkü. Zira 0-6 yaş çocukların hayatta haz aldıkları en büyük iki
şey, yemek yemek ve oyun oynamak iken onları bu iki büyük hazzın birinden
nefret eder hale getirecek başka bir sebep göremiyorum ben.
“Hadi bakalım bugün yemeğini düzgün yersen sana şunu
alacağım…” şeklindeki, çocuğun yaşamsal bir ihtiyacını karşılamasını
ödüllendirmenin ne denli saçma olduğundan bahsetmiyorum bile. “Şunu yaparsan
sana şunu alırım.” benzeri şartlı ödüllendirmelerin de genelde hoşa gitmeyen
şartları yerine getirme halinde olduğunu düşününce çocukların “Demek ki yemek
yemek aslında hoşuma gitmeyecek, zorla yaptırılacak bir aktivite ki bu zorluğa
katlanırsam sonunda ödül var.” diye düşünmesi gayet doğal bir sonuçtur.
Öte yandan yiyecekler dünya nimetlerinin başlıcalarındandır.
Bu nimetleri elde edebilmek, belli imkanların olmasını gerektirir. İnsanlar bu
nimetleri elde edebilmek için sabah akşam çalışırlar. Dolayısıyla elde
ettiklerinde büyük bir şükür duymaları gerekir. (Hatta, her ne kadar doğru
bulmasam da çoğu insanın “yemek için yaşadığı” bir gerçektir, yaşamak için
yemek gerekirken… Neyse konumuz bu değil, bu da başka bir yazımın konusu
olsun.)
Şükür bilinci, insanların elde ettikleri nimetleri “kıymetli”
görmesine, bu şükrü kalben hissetmesine ve dile getirmesine, elindeki nimetleri
israf etmeden ve aşırıya da kaçmadan tüketmesine vesile olur. Bu zincirin ilk
halkası, nimetlerin kolay elde edilmediğinin, bir yiyeceğin nice emekler,
zahmetler sonucu sofraya konabildiğinin bilincinde olmaktır. Bunun bilincinde
olmayan ya da çocuğuna bu bilinci vermeyen ebeveynler bırakın şükretmeyi, sofra
başında adeta jüri gibi yemekleri değerlendirip puanlayan çocuklar
yetiştirmektedir. “Ben bu yemeği sevmiyorum, yemeyeceğim.” “Bu yemeği güzel
yapamamışsın.” “Bu yemek çok tuzsuz/acı olmuş, beğenmedim.”
Herkes her yemeği
aynı oranda sevmek zorunda değildir, çocuklar da. Bazısını çok sever, bayılarak
yerler. Bazısını daha az severek yerler, bazılarını ise sevmeyebilirler ancak
“ben şunu yemem” gibi şımarıkça bir reddediş haklarının olmadığını, yemeğin
sadece haz almak için yenmediğini bilmeliler. En sevmedikleri yiyeceğin bile ne
zahmetlerle önüne geldiğini fark etmeli, severek yiyemeyecek olsa da ondan
gelecek fayda ve ona harcanan emek için yemeleri gerektiğini bilmeliler. Tabi
çocukların bu farkındalığı kazanmaları için önce ebeveynlerinin bu
farkındalıkta olup onlara da bunu fark ettirmeleri gerek. Yani konunun kilit
noktası yine ebeveynler.
• Her
Konuda Çocuğa Fikrini Sorma
Çocuklar da fikirleri olan, düşünen, zevkleri, istekleri
olan özgün bireylerdir. Bu konuda günümüz modern anne babaları ile hem fikirim
ancak bu konuda da bir aşırıya gidilme olduğu kanaatindeyim. Bu aşırıya
gidilmenin sebebinin ifrat-tefrit meselesinden doğan bir zıtlık olduğunu
düşünüyorum.
Eskiden özellikle de kalabalık ailelerde çocuklar bir birey olarak
görülmez, onlara fikirleri pek sorulmazdı. Bir yere gidilecekse gidilir, bir
şey alınacaksa alınır, yenecekse yenirdi. Çocuk bunu sever mi, mutlu olur mu
pek kimsenin umurunda olmazdı. Hatta bazen çocuklar bir konuda fikir belirtecek
olsalar, “Çocuksun sen, sen karışma!” diye azarlanarak sindirilirlerdi.
Kanımca, bu sindirilmeye maruz kalmış, hiçbir konuda söz söyleyememiş, fikri
alınmamış çocuklar şimdinin anne babaları olduklarında “Ben çocuğuma bunu
yapmayacağım, o fikirleri olan, söz hakkı olan bir birey.” diyerek çocuklarına
her konuda fikrini sormaya başladılar. Ancak kendi anne babaları nasıl ki bir
uç noktadaysa, kendileri de tam zıttı olan diğer uç noktaya vardılar. “Aslı’cım
bu hafta sonu denize gidelim mi ne dersin?” “Benim küçük prensim, bu akşam
balık yapalım mı ister misin?” “Kerem’cim evimizin duvarlarını hangi renge
boyayalım?” “Tatlım, sinemada hangi filme gidelim?”,,
Bakıldığında pek de bir sorun arz etmeyen soru cümleleri
gibi duruyorlar aslında. Ancak çocuğa bu şekilde onu
ilgilendiren/ilgilendirmeyen, bilgi ve tecrübesi olduğu/olmadığı her konuda
fikri sorulunca ciddi anlamda sorun teşkil eden soru cümlelerine dönüşüyorlar.
Bu çocuklar kendilerini olayların merkezinde görüyor, ailenin “ana öznesi”
olduğunu hissetmeye başlıyor ve alınan her kararın onu mutlu etmesi
gerektiğini, o nasıl istiyorsa öyle olması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar.
İşin acı kısmı ebeveynler de böyle düşünüyorlar. Yazının başında Erbuğ hocanın
anlattığı olayda çocuğun babasının şu sözü olayın vahametini anlatıyor: "Muayene
olmaya gelmedik hocam. Zaten oğlumuz bugün muayene olmayı onaylamadı.”
Çocuğa o gün muayene olmak isteyip istemediği gibi son derece saçma ve onun
kararına bırakılmayacak bu soruyu sorarsan, o da fikrini belirtir tabi. Hata bu
çocuklar zamanla, ona fikri sorulmadan da fikir belirtmeye ve istedikleri
olmayınca sinir krizleri geçirmeye başlarlar.
Çünkü ona hep “Sen çok önemlisin, hatta en önemlisin. Sen istemezsen gitmeyiz, sen istemezsen almayız, sen istemezsen onu yemeyiz, her şey senin için.” mesajı verildi. Çocuk “Dünya benim etrafımda dönüyor.” zannediyordu. Ve dünyanın onun etrafında dönmediği gerçeği ile yüzleşmek onu fena halde sinirlendirir. İleride büyüyünce okul hayatında, iş hayatında da dünyanın onun etrafında dönmediği, herkesin etrafında pervane olmadığı gerçeğini kabullenmek de onu bir hayli sarsacaktır. Ortaya; kaprisli, yaşı büyümüş ama hala çocukça davranan, çocukça istekleri olan, şımarık, kibirli yetişkinler çıkar.
Çünkü ona hep “Sen çok önemlisin, hatta en önemlisin. Sen istemezsen gitmeyiz, sen istemezsen almayız, sen istemezsen onu yemeyiz, her şey senin için.” mesajı verildi. Çocuk “Dünya benim etrafımda dönüyor.” zannediyordu. Ve dünyanın onun etrafında dönmediği gerçeği ile yüzleşmek onu fena halde sinirlendirir. İleride büyüyünce okul hayatında, iş hayatında da dünyanın onun etrafında dönmediği, herkesin etrafında pervane olmadığı gerçeğini kabullenmek de onu bir hayli sarsacaktır. Ortaya; kaprisli, yaşı büyümüş ama hala çocukça davranan, çocukça istekleri olan, şımarık, kibirli yetişkinler çıkar.
İki binli yıllarda başlayan “Çocuklarımızla arkadaş gibi
olmalıyız, onlara arkadaşı gibi davranmalıyız.” anlayışı da bu sorunun
sebepleri arasında. Anne-baba çocuğu arkadaş gibi görünce çocuk da anne-babayı
arkadaş gibi görüyor. Halbuki arkadaş ile anne-baba arasında burada sayamayacağımız
kadar fark vardır. Çocukların bilgi ve tecrübesi ile ebeveynlerinki, çocukların
doğru-yanlış, iyi-kötü, gerekli-gereksiz ayrımı ile ebeveynlerininki bir
değildir. Dolayısıyla her konuda eşit oranda söz haklarının olması, eşit
olmaları adil değildir. Çocukların ebeveynleri ile aynı hak ve özgürlüklere
sahip olması da söz konusu değildir. Ancak çocuk ebeveynlerini “arkadaş” gibi
görürse onları kendi seviyesine indirerek aynı hak ve özgürlüklere sahip
olduğunu düşünmeye başlar. Zamanla düşünce ve davranışlarında ibresi doğrudan
sapmaya başlar. Yani çocuk çocukluğunu, ebeveyn ebeveynliğini bilmeli, ona göre
davranmalıdır.
Çocuklar anne-babayı, “anne-baba” gibi görmeli; ebeveynler
de çocuklarını, “çocukları” gibi görmelidir ki davranış bozuklukları baş
göstermesin.
Sonuç olarak anne babalar fark etmeliler ki:
* Çocukları onlar içi çok önemlidirler ama bu
dünyadaki en önemli şey değillerdir.
* Çocuklar belli bir yaşa kadar ebeveynlere muhtaçtır
ancak ebeveynler çocuklarına değildir. Çocuğa verilmiş “Ben sana muhtacım”
mesajı onda “Küçük dağları ben yarattım.” kibrine sebep olur.
* Çocukları yaşamlarına bir amaç katar ancak yaşam
amaçları çocukları olmamalıdır, sırf çocukları için yaşamamalıdırlar.
* Çocuklarını her daim mutlu etmek zorunda değiller
çünkü mutsuzluk da bu hayatın bir gerçeğidir. Hayatın bu gerçeğini onlardan gizli
tutamazlar.
* Çocuklara onları ilgilendiren konularda gerektiği
kadar fikirleri sorulmalıdır ancak bilgi ve tecrübeleri dahilinde olmayan,
gerekmeyen her konuda onlara fikirlerini sormak şımarık çocuklar yetiştirmek
için bir numaralı yöntemdir.
* Çocukların da bir hipotalamusu vardır. Bu onlara
acıktığını, susadığını, doyduğunu, üşüdüğünü söyler. Anne babaların
hipotalamusçuluk oynaması çocukların kendi ihtiyaçlarını fark etmelerini
engeller. Evde gereksiz krizlere yol açar.
* Çocuklarına vermeleri gereken başlıca bilinçlerden
biri “Şükür bilinci” dir. Bu bilinci kazanmış çocukta zincirleme olarak birçok
sorun kendiliğinden çözülecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder