Hekimlik Ve Anne Babalık Çok Değişiyor – Şımarık Çocuk Sendromu

Geçenlerde, İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erbuğ Keskin’in bir paylaşımına rastladım. "Hekimlik Çok Değişiyor" başlığıyla yaşadığı bir hadiseyi anlatıyordu. Haklıydı, hekimlik gerçekten de çok değişiyordu ancak -bu olayın da içinde barındırdığı gibi- aynı hızda değişen bir şey daha vardı: Anne-babalık.

Son dönemlerde modern anne-baba olmaya çalışarak çocuk büyüten ebeveynlerde bir bocalamanın hâkim olduğunu gözlemliyorum. (Erbuğ hocanın anısına geçmeden lafı daha fazla uzatmamak adına kendi yorumumu sonda belirteceğim. Hemen o hadiseye geçiyorum.)


HEKİMLİK ÇOK DEĞİŞİYOR...

"Önce Allah’a sonra sana emanet doktorum” dan, bizimle cerrahi teknik tartışan Google anne babalarına geldik...

Geçen hafta odama genç bir çift geldi yanlarında 3-4 yaşlarında bir çocuk. "Sizi uzun süredir severek takip ediyoruz. Bir şey danışacaktık" dedi kadın.

"Odamda muayene edemiyorum. Polikliniğe inerseniz orada görürüz."
Sosyokültürel üst sınıftan oldukları belli bir aile...

"Yok muayene için değil hocam." dedi baba. "Zaten oğlumuz bugün muayene olmayı onaylamadı.”

Bu arada onay merci çocuk odama dalmıştı bile. Ne varsa karıştırıyor, kitapları yere atıyor… Anne çok anlayışlı bir sesle "Mertcim naapmıyoruz? (ismi değiştirdim tabii ki) Bize ait olmayan eşyaları karıştırmıyoruz.”

Çocuk terminatör gibi odayı yok etmeye devam ediyor. Annenin sesi hiç değişmiyor "Ama seninle bunu konuşmuştuk.”

Sinirlerim giderek geriliyor. Bir an önce kurtulmak için "Evet ne danışacaktınız?” dedim. Baba "Hocam pipi eğriliği tedavisi ile ilgili görüşünüzü merak ediyoruz onun için geldik.” Çantasından bir sürü renkli print (çıktı) çıkardı başladı bana ameliyatların birbirine üstün taraflarını anlatmaya... Ama anlattıkları internetten alınmış deli saçması şeyler.

"Beni eğitmeye mi geldiniz buraya kadar? Zahmet etmişsiniz.” Diyecektim. Sustum. "Buyrun ne soracaksınız?” "Hocam sizden önce şu doktorlara da danıştık” diye en yetkin birkaç meslektaşımın adını saydı...

Ama adamlar acayip ego kasıyorlar. Kullandıkları jargona öğrencilerimden alışkın olmasam ne dediklerini anlamayacağım. "Tabii biz şok" falan gibi şeyler de sıkıştırıyorlar araya. "Sonuç olarak hocam biz eşimle iki teknik arasında gidip geliyoruz...” Güleceğim, gülemiyorum. Sinirden dudaklarımı ısırıyorum. "Aslında ben birisine bir tık daha yakınım.”

"Ve bu ameliyatı yapabileceğiniz bir ameliyathane arıyorsunuz öyle mi?” Anne gülerek bana baktı: "Hocam siz de bizi trollüyorsunuz.”

"Bakın” dedim. "Bu ameliyat 6 yaşından önce yapılmaz."

"Diğer hocalar da aynı şeyi söyledi ama biz eşimle erken yaşta yapılmasına karar verdik."

"Siz bilirsiniz o zaman kendiniz yapacaksınız mecbur... Yardırın gitsin.” dedim sesimin tonunu kontrol edemeden...

Uzaklaşırlarken kadın kocasına "Niye yükseldi ki birden bu hoca?" diyordu...


Erbuğ hocanın yukarıda anlattığı olay trajikomik bir hadise ve bence irdelenmesi gereken iki ayrı önemli noktası var.


1. DEĞİŞEN HEKİMLİK/HASTALIK

Bundan iki önceki neslin hekimlere sonsuz güven ve teslimiyeti söz konusuydu. Şimdi ise durum bundan biraz farklı. Eskiden olan bu teslimiyetin altında yatan sebepler düşünüldüğünde; bilgiye ulaşımın zorluğu, eğitim seviyesinin düşüklüğü ve beraberinde getirdiği cehalet… gibi nedenler sıralanabilir. Günümüz internet çağı ile kıyaslandığında eskiden bilgiye ulaşım gerçekten de zordu. Bilgiye ulaşmak için kitaplar, ansiklopediler karıştırmak (tabi bulunabilirse) lazımdı. Ne arayacağını ve aradığını nerede bulacağını bilmek, hadi buldun diyelim o kitapların dilinden anlayabilmek için de belli bir bilgi birikimi gerekirdi. Hekimler gerekli eğitimleri almış, ciltler dolusu kitapları yalayıp yutmuş kişiler olduklarından onlara mecburi bir güven söz konusuydu, zaten insanların bundan başka şansları da yoktu.

Şimdi ise bilgiye ulaşım çok kolay. Hem de çok. Hepimiz ceplerimizde saniyeler içerisinde istediğimiz bilgiye ulaşabileceğimiz arama motorları ile dolaşıyoruz. Ben onların dilinden anlamam diyenlerin bile mutlaka çocukları, torunları anlıyor. Ulaşmak için büyük emekler sarf edilmeyen, kolay elde edilen bilginin değersizleşmesini saymazsak bu mükemmel bir şey. Nitekim avantajlarının yanında, bu küçük bir dezavantaj kalıyor. Ancak bir de şu var ki, artık doğru bilgiye olduğu gibi yanlış bilgiye de ulaşım çok kolay. Ve bu büyük bilgi havuzunda sapla saman birbirine karışmış durumda.

Karnınız ağrıyor diyelim. Hemen Google’a “Karın ağrısının sebepleri nelerdir” yazıyorsunuz. Ve karşınıza sayamayacağınız kadar sayfa, o sayfaların içerisinde okuyup da bitiremeyeceğiniz kadar bilgi çıkıyor. Peki kim dolduruyor bu içerikleri? Doktorlar mı, sağlık konusunda biraz bilgisi olup Pub-Med’den birkaç yayın okuyan biri mi, kronik olarak sürekli karnı ağrıyan birisi mi, karnı bir defa ağrıyan birisi mi, bu hastaların yakınları mı yoksa herhangi bir tecrübesi ve bu konuda bir bilgisi olmayan ama tahminleri olan birisi mi? Cevap ne biliyor musunuz? Hepsi. O içerikleri saydığım bu kişiler ve sayamadığım nice ihtimallerdeki kişiler doldurabilir. Şu an istesem ben de bir internet sitesi kurup “karın ağrısının sebepleri” başlıklı bir yazı oluşturabilirim. Ve sizin kendinize kanser teşhisi koymanıza, büyütecek hiçbir şeyiniz yokken kendinizi buna inandırmanıza sebep olabilirim. Çok acı ama bunu yeterli bilgi birikimim ve deneyimim olmadan yapabilirim. Evet belki kansersinizdir ya da belki de sadece basit bir gaz sancısı çekiyorsunuzdur. Ancak sorun şurada ki doktor dahi olsanız, internetten kendisine kanser teşhisi koymuş birisini sadece basit bir gaz sancısı olduğuna inandırmanız çok zordur. Siz teşhisinizi koyduktan ve tedavi yönteminizi uygulamaya başladıktan sonra, o anki durum için gerek duymadığınız bir sürü gereksiz tetkik ve tahlili uygulamadığınızda “ilgisiz, sorumsuz doktor” olarak yaftalanmanız büyük bir olasılıktır. 

Gerçekten ilgisiz, sorumsuz doktorlar yok mudur peki? Her meslekte, her alanda olduğu gibi tabii ki vardır. İşini özveri ile yapmayan, işine gerekli ve yeterli özeni göstermeyen, ilgisiz, sorumsuz insanlar her alanda varlar ne yazık ki. Hal böyleyken doktorlar içerisinde de olmaması tuhaf olurdu zaten. Doktorlar hata yapmaz mı, kusurları olmaz mı? Tabii ki olur, oluyor da. Bunların ne kadarı önlenebilir, ne kadarı önlenemez, ne kadarı kendi ihmallerinden kaynaklanıyor bilmiyorum ancak şu bir gerçek ki tıp konusunda halen en kapsamlı bilgiye onlar sahipler, onlar bunun eğitiminden geçiyorlar. Beni biraz tanıyorsanız bilirsiniz ki kimseye sorgusuz sualsiz tam teslimiyetin doğru olmadığını düşünen biriyim. Bu düşüncem doktorlar için de geçerli. Ancak hastanelerde ya da başka ortamlarda herkesin doktorculuk oynaması, yukarıda anlatılan olayda olduğu gibi olaylara işin içinden çıkılmaz bir hal aldırıyor, durumu zorlaştırıyor ve trajikomik diyaloglara sebep olabiliyor.


2. DEĞİŞEN ANNE – BABALIK

Ve sıra geldi günümüz ebeveynliğine. Eğer farkındalıklı bir gözlemciyseniz, anne-baba tutumlarında, ebeveyn-çocuk ilişkilerinde de bir iki nesil önceye nazaran çok büyük değişimlerin olduğunu fark etmişsinizdir. Yeni çocuk sahibi olmuş günümüz anne babalarında bir “modern anne-baba” olma çabası hâkim. Çocuğuna kızmayan, bağırmayan, şiddet uygulamayan, çocuğunu türlü eğlencelerden ve türlü dünya nimetlerinden mahrum bırakmayan, onu en proteinli en vitaminli besinlerle besleyen, başkalarında olup da benim çocuğumda olmayan yani çocuğumun özeneceği bir şey kalmasın diye kabul edilebilir veya absürt fark etmeksizin çocuğun her istediğini yerine getiren, çocuğunun tüm gereksinimlerini eksiksiz tamamlamaya çalışan, “benim çocuğum da fikirleri olan özgün bir birey” diyerek çocukların gerekli/gereksiz her konuda fikirlerini alan modern anne babalar…

Fark ettiniz mi artık çocukların büyük çoğunda kronikleşmiş bir hastalık yaygın: “Şımarık çocuk sendromu”


Sizce yukarıda bahsettiğim anne babaların tutum değişikleriyle çocuklardaki bu değişim arasında bir ilişki var mıdır? Arada bir ilişki olmasını bırakın bence birincisi, ikincisinin doğrudan sebebidir. Birkaç konu başlığı altında ne demeye çalıştığımı açıklayayım.


• Çocuğun Her İstediğini Alma

Yokluğu tatmış, isteklerini ertelemek zorunda kalmış ya da çocukken elde edemediği istekleri içinde ukde kalmış anne babalar genellikle “Benim olmadı çocuğumun olsun, ben yiyemedim çocuğum yesin, ben yaşayamadım çocuğum yaşasın, ben mutlu olamadım çocuğum olsun!” anlayışıyla hareket ediyorlar ve ellerindeki tüm imkanları bu uğurda seferber ediyorlar. Çocuklarına her istediği oyuncağı, en güzel kıyafetleri alıyor, gezdirilebilecek en güzel yerleri gezdiriyor, en sevdiği yiyecekleri alıyorlar. “Yeter ki o mutlu olsun, onun içinde ukde kalmasın” diye. Ne kadar alırsam, ne kadar isteğini yerine getirirsem çocuğum o kadar mutlu olur sanıyorlar. Hatta bir yerden sonra yaşama amaçları “çocuklarını mutlu etmek” oluyor.


Fakat bu tür ebeveynlerden şuna benzer yakınmaları çok sık duyuyoruz: “Bir türlü mutlu olmuyor, hep mutsuz, hep aksi, hep şımarık, hep mızmız. Halbuki her istediğini alıyoruz, her dediğini yapıyoruz, bütün imkanlara sahip. Daha ne istiyor?! Bizim çocukluğumuzda bu imkanların, bu nimetlerin binde biri yoktu ama biz böyle yapmıyorduk.”



Bu yakınmada ilk cümledeki sorunun kaynağı bir sonraki cümlede apaçık belli oysaki… Hep mutsuzlar çünkü sürekli mutlu edilmeye çalışılıyorlar, hep mutsuzlar çünkü her istediklerini elde edebiliyorlar. Hayalini kurduğu, ulaşmaya çabaladığı bir isteği olmayan çocukları nasıl mutlu edebilirsiniz ki? Bu tür ebeveynler adeta çocukların hayallerini çalıyorlar, onları sürekli mutlu etmeye çalışarak ve hayalsiz bırakarak, çocukların küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmelerine engel oluyorlar. Bu çocuklar bir yerden sonra büyük şeylerle de mutlu olmuyor ve doyumsuzlaşıyorlar. Ebeveynler hem kendileri psikolojik olarak, madden ve manen tükeniyorlar hem de bütün imkanlara, bütün nimetlere sahip ama mutlu olmayan küçük insancıklar oluşturuyorlar.




Biz çocukken (cümleye böyle başlamak yaşı çok olmayan ben için gerçekten tuhaf ama geçen birkaç yılda değişim öyle büyük ki rahatlıkla bu ifadeyi kullanabiliyorum) kardeşimle hayallerimiz, isteklerimiz olurdu. Bu isteklerimizi anne babamıza söylediğimizde nadiren hemen yerine geldiğini hatırlıyorum. Bize ya isteğimizin makul olmadığını anlatırlar, makulse gerçekleşmesi için şartları, yapmamız gerekenleri söylerlerdi ya da onu almak için yeterli parayı biriktirip biriktirmediğimizi sorarlardı. Biz, insanlık için küçük ama kendimiz için büyük çabalar sonucunda o isteğimize ya gayretimizle ya da kendi biriktirdiğimiz para ile ulaşır ve “gerçekten mutlu” olurduk. Bu mutluluk uzun sürerdi. Ulaştığımız şey bizim için “değerli” olurdu. İstediğimiz şey oyuncaksa ona gözümüz gibi bakardık, bozulursa tamir etmek için uğraşırdık. (Bu yüzden kardeşimle çocukluk oyuncaklarımızın çoğu halen evimizde durur😊) Yenisini veya bir benzerini elde etmek kolay değildi çünkü.



Kardeşimle patenimiz olmasını çok istemiştik mesela. Israrlarımız ve büyük çabalarımız sonucu alındı ve biz günlerce üzerinden inmedik. Çok düştük, çok yerimiz acıdı, kanadı ama ağlamadık çünkü onun verdiği sevinç acısını bastırıyordu. Hem biz istemiştik, kime ne diye dert yanabilirdik ki? 😊 Tekeri bozuldu, değiştirdik; bazı yerleri söküldü, diktik…

Şimdi bakıyorum çocuklara, ısrarla aldırdığı oyuncaktan kısa bir süre sonra hevesi geçiyor. Biraz oynuyor sonra kenara atıyor. Oyuncak kırılsa bozulsa umurunda olmuyor, biraz umursayan yenisini aldırmak için ısrar etmeye başlıyor. Kolayca elde ettikleri istekleri “değerli, kıymetli” olmuyor. Bu elde ediş onları “mutlu” da etmiyor.



• Yemek Yedirme Mevzusu

Bildiğimiz üzere beslenmek, tüm canlıların ortak özelliği olan bir gereksinimdir. Beslenmeye ihtiyaç duyan bir bedende “acıkma hissi” oluşur. Sinir ve hormon sistemimizin bir parçası olan “hipotalamus” bu acıkma sinyallerini beynimize iletir ve açlık hormonu olan “ghrelin” in salınmasıyla biz acıktığımızı hissederiz.


Doğada; acıktığını hisseden bir aslan avlanmaya çıkar, acıktığını hisseden bir inek otlanır, acıktığını hisseden yetişkin bir insan yemek yapar veya karnını doyurabileceği bir yer arar, acıktığını hisseden bir çocuk… Durun, o da ne? Acıktığını hisseden bir çocuk mu? Yeni nesil annelerin büyük çoğunluğuna göre çocuklarının hipotalamusu görevini yerine getirmemektedir, çocuklar açlıklarını – tokluklarını bilmezler(!). Dolayısıyla anneler çocuklarının hipotalamusu olmaya soyunurlar. Çocuk acıktığını belirtmeden, yemek yemek istediğini söylemeden bir şeyler yedirmeye içirmeye zorlarlar. “Acıktı ya ondan huysuzlandı.” “Şu iki kaşığı da yese karnı doyacak ama yemiyor.” Çocuklarının açlık tokluklarıyla ilgili bir sürü tahminler yürütür ve bu tahminleri doğrultusunda önlerine koca bir tabak koyup bitirmeye zorlarlar ya da ellerinde tabak çocuğun peşinde dolanırlar. Yemek yemeleri için çocuklarına adeta yalvarırlar. “Hadi n’olur şu bir kaşığı da ye, bak bu son.” Çocuk yemek diye annenin peşinde koşması, anneye yalvarması gerekirken... 



En nihayetinde yemek yemek, tokluk hissi haz veren bir histir, mutlu eder. Vücut bedenen de ruhen de doygunluk hisseder. Acıkan bir çocuğun anneden yemek istemesinden, anneye yemek diye yalvarmasından daha doğal bir şey yok iken çoğu annenin ortak şikayetidir: “Bizim çocuk iştahsız, yemiyor.” 



Kendi çocukluğunuzu hatırlayın. Etrafınızda kaç tane iştahsız çocuk vardı? Kaç anne elinde yemek çocuğunun peşinden koşuyordu? Eğer 30-40 yaşın üzerindeyseniz iştahsız çocuk hatırlamanız pek muhtemel değildir. (Varsa da o çocukların biyolojik bir rahatsızlığı vardır, o yüzden yiyemiyordur.) Neden mi? Ekonomik düzeyi çok iyi olmayan eski kalabalık aileleri düşünelim. Anneler çocuklarına yemeleri için yalvarmazdı, çocuklara canları her istediğinde ekstradan sofra hazırlanmazdı. Ailenin ortak öğün saatinde herkes yiyeceğini yer, yemeyen de bir sonraki öğün saatine kadar aç kalırdı. Az yediği için bu şekilde erkenden acıkan biri de sonraki öğünde aynı hataya düşmeyip iştahla yerdi muhtemelen. Anneler çocukları bir öğün atlayınca ya da biraz acıktım deyince “evladım açlıktan ölecek, bir deri bir kemik kalacak, yok olup buharlaşacak” muamelesi yapmazdı. 

Peki ne oldu da birden “iştahsız çocuklar” türedi? Bu değişen anne tutumlarıyla çocukların iştah durumu arasında da bir ilişki var mıdır dersiniz? Gözlemlerimce iştahsız çocuklar; yemek yedirmek için çocuklarının peşine koşan, öğün saatini beklemeyip her daim çocuğun ağzına bir şeyler tıkıştırıp çocukların “açlık hissi” yaşamasını önleyen, hatta çocuklara açlık nedir unutturan bu annelerin başarısıdır. Size sürekli baskı ile yaptırılan şey, en sevdiğiniz şey de olsa bir yerden sonra nefret etmeye başladığınız şey oluyor çünkü. Zira 0-6 yaş çocukların hayatta haz aldıkları en büyük iki şey, yemek yemek ve oyun oynamak iken onları bu iki büyük hazzın birinden nefret eder hale getirecek başka bir sebep göremiyorum ben.

“Hadi bakalım bugün yemeğini düzgün yersen sana şunu alacağım…” şeklindeki, çocuğun yaşamsal bir ihtiyacını karşılamasını ödüllendirmenin ne denli saçma olduğundan bahsetmiyorum bile. “Şunu yaparsan sana şunu alırım.” benzeri şartlı ödüllendirmelerin de genelde hoşa gitmeyen şartları yerine getirme halinde olduğunu düşününce çocukların “Demek ki yemek yemek aslında hoşuma gitmeyecek, zorla yaptırılacak bir aktivite ki bu zorluğa katlanırsam sonunda ödül var.” diye düşünmesi gayet doğal bir sonuçtur.

Öte yandan yiyecekler dünya nimetlerinin başlıcalarındandır. Bu nimetleri elde edebilmek, belli imkanların olmasını gerektirir. İnsanlar bu nimetleri elde edebilmek için sabah akşam çalışırlar. Dolayısıyla elde ettiklerinde büyük bir şükür duymaları gerekir. (Hatta, her ne kadar doğru bulmasam da çoğu insanın “yemek için yaşadığı” bir gerçektir, yaşamak için yemek gerekirken… Neyse konumuz bu değil, bu da başka bir yazımın konusu olsun.) 

Şükür bilinci, insanların elde ettikleri nimetleri “kıymetli” görmesine, bu şükrü kalben hissetmesine ve dile getirmesine, elindeki nimetleri israf etmeden ve aşırıya da kaçmadan tüketmesine vesile olur. Bu zincirin ilk halkası, nimetlerin kolay elde edilmediğinin, bir yiyeceğin nice emekler, zahmetler sonucu sofraya konabildiğinin bilincinde olmaktır. Bunun bilincinde olmayan ya da çocuğuna bu bilinci vermeyen ebeveynler bırakın şükretmeyi, sofra başında adeta jüri gibi yemekleri değerlendirip puanlayan çocuklar yetiştirmektedir. “Ben bu yemeği sevmiyorum, yemeyeceğim.” “Bu yemeği güzel yapamamışsın.” “Bu yemek çok tuzsuz/acı olmuş, beğenmedim.” 

Herkes her yemeği aynı oranda sevmek zorunda değildir, çocuklar da. Bazısını çok sever, bayılarak yerler. Bazısını daha az severek yerler, bazılarını ise sevmeyebilirler ancak “ben şunu yemem” gibi şımarıkça bir reddediş haklarının olmadığını, yemeğin sadece haz almak için yenmediğini bilmeliler. En sevmedikleri yiyeceğin bile ne zahmetlerle önüne geldiğini fark etmeli, severek yiyemeyecek olsa da ondan gelecek fayda ve ona harcanan emek için yemeleri gerektiğini bilmeliler. Tabi çocukların bu farkındalığı kazanmaları için önce ebeveynlerinin bu farkındalıkta olup onlara da bunu fark ettirmeleri gerek. Yani konunun kilit noktası yine ebeveynler.


• Her Konuda Çocuğa Fikrini Sorma

Çocuklar da fikirleri olan, düşünen, zevkleri, istekleri olan özgün bireylerdir. Bu konuda günümüz modern anne babaları ile hem fikirim ancak bu konuda da bir aşırıya gidilme olduğu kanaatindeyim. Bu aşırıya gidilmenin sebebinin ifrat-tefrit meselesinden doğan bir zıtlık olduğunu düşünüyorum. 

Eskiden özellikle de kalabalık ailelerde çocuklar bir birey olarak görülmez, onlara fikirleri pek sorulmazdı. Bir yere gidilecekse gidilir, bir şey alınacaksa alınır, yenecekse yenirdi. Çocuk bunu sever mi, mutlu olur mu pek kimsenin umurunda olmazdı. Hatta bazen çocuklar bir konuda fikir belirtecek olsalar, “Çocuksun sen, sen karışma!” diye azarlanarak sindirilirlerdi. Kanımca, bu sindirilmeye maruz kalmış, hiçbir konuda söz söyleyememiş, fikri alınmamış çocuklar şimdinin anne babaları olduklarında “Ben çocuğuma bunu yapmayacağım, o fikirleri olan, söz hakkı olan bir birey.” diyerek çocuklarına her konuda fikrini sormaya başladılar. Ancak kendi anne babaları nasıl ki bir uç noktadaysa, kendileri de tam zıttı olan diğer uç noktaya vardılar. “Aslı’cım bu hafta sonu denize gidelim mi ne dersin?” “Benim küçük prensim, bu akşam balık yapalım mı ister misin?” “Kerem’cim evimizin duvarlarını hangi renge boyayalım?” “Tatlım, sinemada hangi filme gidelim?”,,

Bakıldığında pek de bir sorun arz etmeyen soru cümleleri gibi duruyorlar aslında. Ancak çocuğa bu şekilde onu ilgilendiren/ilgilendirmeyen, bilgi ve tecrübesi olduğu/olmadığı her konuda fikri sorulunca ciddi anlamda sorun teşkil eden soru cümlelerine dönüşüyorlar. Bu çocuklar kendilerini olayların merkezinde görüyor, ailenin “ana öznesi” olduğunu hissetmeye başlıyor ve alınan her kararın onu mutlu etmesi gerektiğini, o nasıl istiyorsa öyle olması gerektiğini düşünmeye başlıyorlar. İşin acı kısmı ebeveynler de böyle düşünüyorlar. Yazının başında Erbuğ hocanın anlattığı olayda çocuğun babasının şu sözü olayın vahametini anlatıyor: "Muayene olmaya gelmedik hocam. Zaten oğlumuz bugün muayene olmayı onaylamadı.” Çocuğa o gün muayene olmak isteyip istemediği gibi son derece saçma ve onun kararına bırakılmayacak bu soruyu sorarsan, o da fikrini belirtir tabi. Hata bu çocuklar zamanla, ona fikri sorulmadan da fikir belirtmeye ve istedikleri olmayınca sinir krizleri geçirmeye başlarlar.


Çünkü ona hep “Sen çok önemlisin, hatta en önemlisin. Sen istemezsen gitmeyiz, sen istemezsen almayız, sen istemezsen onu yemeyiz, her şey senin için.” mesajı verildi. Çocuk “Dünya benim etrafımda dönüyor.” zannediyordu. Ve dünyanın onun etrafında dönmediği gerçeği ile yüzleşmek onu fena halde sinirlendirir. İleride büyüyünce okul hayatında, iş hayatında da dünyanın onun etrafında dönmediği, herkesin etrafında pervane olmadığı gerçeğini kabullenmek de onu bir hayli sarsacaktır. Ortaya; kaprisli, yaşı büyümüş ama hala çocukça davranan, çocukça istekleri olan, şımarık, kibirli yetişkinler çıkar.

İki binli yıllarda başlayan “Çocuklarımızla arkadaş gibi olmalıyız, onlara arkadaşı gibi davranmalıyız.” anlayışı da bu sorunun sebepleri arasında. Anne-baba çocuğu arkadaş gibi görünce çocuk da anne-babayı arkadaş gibi görüyor. Halbuki arkadaş ile anne-baba arasında burada sayamayacağımız kadar fark vardır. Çocukların bilgi ve tecrübesi ile ebeveynlerinki, çocukların doğru-yanlış, iyi-kötü, gerekli-gereksiz ayrımı ile ebeveynlerininki bir değildir. Dolayısıyla her konuda eşit oranda söz haklarının olması, eşit olmaları adil değildir. Çocukların ebeveynleri ile aynı hak ve özgürlüklere sahip olması da söz konusu değildir. Ancak çocuk ebeveynlerini “arkadaş” gibi görürse onları kendi seviyesine indirerek aynı hak ve özgürlüklere sahip olduğunu düşünmeye başlar. Zamanla düşünce ve davranışlarında ibresi doğrudan sapmaya başlar. Yani çocuk çocukluğunu, ebeveyn ebeveynliğini bilmeli, ona göre davranmalıdır.

Çocuklar anne-babayı, “anne-baba” gibi görmeli; ebeveynler de çocuklarını, “çocukları” gibi görmelidir ki davranış bozuklukları baş göstermesin.


Sonuç olarak anne babalar fark etmeliler ki:

* Çocukları onlar içi çok önemlidirler ama bu dünyadaki en önemli şey değillerdir.

* Çocuklar belli bir yaşa kadar ebeveynlere muhtaçtır ancak ebeveynler çocuklarına değildir. Çocuğa verilmiş “Ben sana muhtacım” mesajı onda “Küçük dağları ben yarattım.” kibrine sebep olur.

* Çocukları yaşamlarına bir amaç katar ancak yaşam amaçları çocukları olmamalıdır, sırf çocukları için yaşamamalıdırlar.

* Çocuklarını her daim mutlu etmek zorunda değiller çünkü mutsuzluk da bu hayatın bir gerçeğidir. Hayatın bu gerçeğini onlardan gizli tutamazlar.

* Çocuklara onları ilgilendiren konularda gerektiği kadar fikirleri sorulmalıdır ancak bilgi ve tecrübeleri dahilinde olmayan, gerekmeyen her konuda onlara fikirlerini sormak şımarık çocuklar yetiştirmek için bir numaralı yöntemdir.

* Çocukların da bir hipotalamusu vardır. Bu onlara acıktığını, susadığını, doyduğunu, üşüdüğünü söyler. Anne babaların hipotalamusçuluk oynaması çocukların kendi ihtiyaçlarını fark etmelerini engeller. Evde gereksiz krizlere yol açar.

* Çocuklarına vermeleri gereken başlıca bilinçlerden biri “Şükür bilinci” dir. Bu bilinci kazanmış çocukta zincirleme olarak birçok sorun kendiliğinden çözülecektir.


Yorumlar