Dert nedir? Kimine göre yiyecek ekmek bulamamaktır. Kimine
göre sokakta yaşayan insanların olmasıdır. Kimine göre abisinden kalan tabanı
aşınmış, baş parmağı delinmiş ayakkabının artık kendisine de küçük gelmesi ve
yenisi alacak gücünün olmayışıdır. Kimisi için küçük yaşlardaki çocukların
okumalarına izin verilmeyip çalıştırılması büyük bir sorundur. Kimisi için kız
çocuklarının/kadınların toplumda hak ettiği değeri görmeyişi, türlü imkanlardan
mahrum bırakılması, sosyal adaletin sağlanmayışı, tacize tecavüze uğramaları,
toplumda bir insan olarak var olmalarına müsaade edilmeyişi büyük bir sorundur.
Kimisi için birine iftira atılıyor, adaletsizlik, haksızlık yapılıyor oluşu
büyük bir sorundur.
Kimine göre ise evinin havuzlu, bahçeli olmayışıdır. Pırlantasının
küçük olmasıdır. Bindiği arabanın üst modelini alamamaktır. Kimine göre eşinin
evlilik yıl dönümünü unutması ve bunu boğazda kutlamamış olmasıdır. Kimi içinse
yeni aldığı elbiseye dolabındaki 36 ayakkabısının hiçbirinin renk tonunun
uymayışıdır. Kimine göre aynı açıdan çektiği kırk selfienin hiç birisinde güzel
çıkmamış olmaktır. Kimine göre ay sonuna üç gün kala internet kotasının
bitmesidir. Kimine göre salonunda iki yıldır aynı koltuk takımına oturuyor olmaktır.
Kimi içinse bağlaç olan -da/de'nin ayrı yazılmamış olması en büyük sorundur :)
İnsan kendi dışına çıkabildiği kadar insandır. Kendi aleyhimize
olan durumların, dertlerin dışında; başkalarının hakkını alamaması, iftiraya
uğraması, zulüm altında olması, alın terinin karşılığını alamaması, şiddet
görmesi, eziyete uğraması…vb. durumlar bizi direkt etkilemese de, kendi
aleyhimize bir durum olmasa da; canımız sıkılıyor, bunları sorun olarak görüyor
ve bu sorunların çözümü için çaba içine giriyorsak, kendi küçük dünyamız ve
çıkarlarımızdan uzaklaşabiliyorsak insan olmaya yaklaşıyoruz demektir. Ne diyordu Lev Tolstoy? "Bir kimse acı duyabiliyorsa canlıdır, lakin o kimse başkasının acısını da duyabiliyorsa insandır."
“İnsan sever ve öfkelenir; insani duygudur bunlar.
Nelere, neden ve hangi frekansta öfkelendiğimiz bizim kişiliğimizi ortaya
koyar. Doğadaki diğer canlılardan farklı tepkilerimiz bizi onlardan ayırt eden
önemli bir gösterge olmalıdır. Duyarlılığın ve tepkilerin kendimizle ilgili
konularda yüksek olması, başkalarıyla ilgili konularda zayıf olması, ahlaki
olgunluktan uzaklığın önemli bir belirtisidir.”1
Kendimizle ilgili dertlerimizin de aslında bir sürü farklı tonu
vardır. Örneğin gün sonuna kadar bitirmek istediği temizliği yetiştirememiş
olmak da, gün sonuna kadar hayır üretme namına bir şey yapamamış veya kitap
okuyamamış olmak da aynı kişinin farklı dertleri olabilir. Saçımızın şeklinin
güzel olmaması belki canımızı sıkabilir ama saçımızın altındaki kafamızın
karışık olması, değerler sistemimizin tam oturmamış olması, yaşamdaki yer ve
görevimizin ne olduğu sorusunu cevaplandıramamış olmak daha çok canımızı
sıkmalıdır.
İnsan yaşamda; sorgulamaya, akletmeye, mantığı işletmeye,
düşünmeye başlayınca bir şeylerin farkında olmaya başlıyor. Farkındalığı artan
insan bu farkındalığı; gözlemleri, fıtrati vicdanı, evrensel ilke ve değerler
ile birleştirirse bir bilinç/şuur kazanıyor. Bu şuur kendinin dışında da bir
dünyanın olduğunu, kendi dışındakilerin huzur ve mutluluğunun kendi huzuru için
de bir şart olduğunu fark ettiriyor.
Bu bilinci kazanmış birinin artık eskisi gibi duyarsız olma olanağı kalmıyor. Bilinç beraberinde
belli sorumlulukları, sorumluluklar ise beraberinde dertleri getiriyor.
Bazılarımız yaşamdaki yokluk, haksızlık, kötülük, tecavüz,
katliam gibi gerçeklere kör olmak için haber dahi izlemiyor ve bunu bir seviye,
bir meziyet gibi görüyor… Biz izlemesek de görmesek de tüm bunlar yaşanmıyor
mu? İzleyip moralim bozulacağına izlemeyip suni, duygusuz ve ruhsuz yaşantıma
devam edeyim diyorlar aslında. Şunu da diyorlar “Bana ne kız çocuklarının
okumamasından, bana ne öldürülen kadınlardan, bana ne tecavüze uğrayan hayvanlardan…”
Mazeretleri ise şu oluyor, “İzleyip ne yapacağım sanki? Sadece moralim
bozuluyor.” Oysa haksızlıkları, zulümleri, adaletsizlikleri görmek, bir şeyleri
değiştirebilmenin ilk adımıdır. Görmek; öfke duyup rahatsız olmayı, duygu
oluşmasını sağlar. Rahatsız olmak ise çözmek için esastır. Yerinde ve kararında
hissedilen öfke, kızgınlık; olması gereken doğru davranışların ortaya çıkmasını
sağlar.
Biz görmesek de adaletsizlikler, haksızlıklar, zulümler
oluyor. Biz görmek istemeyerek farkındalıksız bir mutlu(!) olmayı tercih etmiş
oluyoruz. Moralim bozulmasın diye haber izlememek, gündemi takip etmemek; deve
kuşluğu yaparak kafayı kuma gömmek oluyor. Bu konuda ünlü sosyolog düşünür Ali
Şeriati'nin çok sevdiğim bir sözü var:
"Gerçek dert ve
yenilgi, yalancı ümit ve sevinçten daha iyi değil midir? Şuurdan doğan dert,
şuursuzluktan doğan dertsizlikten daha iyi değil midir?"
Herkes gücünün yettiğince, içinde yaşadığı dünyanın sorunlarına
karşı duyarlı olmaktan sorumludur. Örneğin birçok ensest vakasını duyarlı öğretmenler
ortaya çıkarmıştır. Öğrencide tuhaflık, anormallik, depresyon gibi belirtileri
ciddiye alan, sorumluluk hisseden, sorunun kökenine inip çözmeye çalışan
duyarlı öğretmenler birçok çocuğun hayatını kurtarmıştır.2 Öte yandan gördüğü
onca şeye rağmen “Bana ne ben mi kurtaracağım dünyayı?” diyen duyarsızlar binlerce
çocuğun karanlık içinde kalmasına seyirci kalmaktadırlar.
"Bir zulmü engelleyemiyorsanız, en azından onu herkese
duyurun." Hz. Ali
1: http://www.hakveadalet.com/bilinc-duygu
(“Öfke Yönetimi ve Kontrolü” üzerine çok güzel bir yazı. Okumanızı şiddetle
tavsiye ederim.)